Ahmet Urfalı'nın Eskişehir İstikbal Gazetesi için hazırladığı "Pazar Sohbeti" bölümünden alıntıdır. 14 Nisan 2019 http://www.istikbalgazetesi.com/haber18.asp?sec=2&yazarid=329&newsid=205247&fbclid=IwAR2OMVo6-96yHaYRSph6beVWvYZUf2FSkd4atyoAaTKN6tURU4TUGpmtCFE
____________________
MUSTAFA
UYSAL SOHBETİ
1-Mustafa Bey, ilkokul anılarınızda
şöyle diyorsunuz: ‘’ Kitap okumayı seçtim.’’
Okumayı bir disiplin içerisinde, hayatınızın önem sıralamasına sokarak
yaptığınızı bilenlerdenim. Öncelikle bu okuma bahsini konuşalım. Niçin ve nasıl
bir okuma gerçekleştirdiniz? Yetiştiğiniz kültürel ortam, edebi kişiliğiniz
oluşumundaki ana kaynaklar konusunda neler söylersiniz?
Beş sınıfın bir arada olduğu bir ilkokulda okudum.
Fasulyelerle çizdiğimiz harf şekillerinin yan yana geldiklerinde işaret ettiği
yeni anlamları keşfetmeye başladığımda bu işin sihirli bir şey olduğunun
farkına vardım belki. Belki de başka ihtimal yoktu okumaktan gayrı. Kültürel
bir çölün ortasında tek vahaydı kitaplar. Sayısı 200'ü bulmayan bir kitaplıkta
aradığım şeyi bulmuştum. Sonraları aradığım şeylerin listesini yapayı öğrendim.
Kitap, hayatımda böylece kökleşmiş olabilir.
Niçin ve nasıl okuduğuma gelince... Gerçek üstü bir
dünyayı gerçek üstü bir imkanla (yazı) kolayca elde edebileceğimi öğrenmiştim.
Sorularıma cevaplar bulabileceğimi öğrenmiştim. Yanı başımda bir bilge
taşıyabileceğimi öğrenmiştim. Bu keşif beni başka bir dünyaya taşıdı. Orada
bana benzeyen başka insanlarla tanıştım. Niçin okumalıyım sorusunu kendime hiç
sormadım fakat niçin okuduğumun farkına vardım. Daha fazla bilmek değildi
gayem. Daha fazla insan olmaktı. Zihnimin beni insan yaptığını anladım. O
yüzden daha fazla okumaya çalıştım. Sonra dünyadaki bütün kitapları
okuyamayacağım gerçeği ile yüzleştim. Meraklarım, kültürel ortamım,
ihtiyaçlarım, hedeflerim doğrultusunda seçmeye başladım. Her yerde
okunabileceğine inandırdım kendimi. En sessiz yer ve en gürültülü yer arasında
ayrım yapmadan hem de...
Edebi kişiliğim konusunda emin değilim fakat yazma maceramın
ana ekseninde toprak yollarda kendimi bildim bileli birlikte yürüdüğümüz dedem
vardır. Bir de ilk sevdalar işte, bilirsiniz... İlk yürek çarpıntıları...
Sonraları tanıdığım edebiyatçılar, iz bırakan dev şahsiyetler, öğretmenlerim,
baktığım gökyüzü... Küçük bir şehirde sessizce izleyebildiğim her şey beni inşa
etmiştir diyebilirim.
2- Okumadan yazmaya nasıl geçtiniz? Sizi
yazmaya götüren sebepler nelerdir? Yazma konusuna nasıl bakıyorsunuz? Ruhsal
bir tatmin mi? İnsanları aydınlatma görevi mi?
Okudukça, okuduğunuz şeyleri birilerinin de bilmesi
gerektiğini düşünüyorsunuz. Bunları sadece kendiniz için okumuş olamazsınız.
Fakat anlatamıyorsunuz. Bu büyük sıkıntı oluyor. Bir şey görüyorsunuz ve bunu
başkalarının da görmesini istiyorsunuz, fotoğrafını çekiyorsunuz. Onlar da
görsün bunu istiyorsunuz. Sizin gördüğünüz gibi görsünler ama. Sizin
hissettiğiniz gibi... Okurken şunun da farkına varıyorsunuz ki, evet buna
benzer şeylerim var benim de anlatacağım ben de anlatabilirim. Ben de
yazabilirim. İlk defa bağımsız anlamda yazdığım şeyi net hatırlıyorum. Yani,
okuldan verilmiş bir ödev, sipariş üzerine yazılmış bir şeyi kastediyorum. Bahar
başındaydı. Dut ağacının dallarını uzattığı pencereyi açtım ve orada
oturuyordum. Bahçedeki çiçekleri ve üzerlerindeki kelebekleri gördüm. Bunlar
bende garip bir his oluşturdu. İşte o gün bunlara dair bir şiir yazdığımı dün
gibi hatırlıyorum. Çok güzeldi. O şiiri ne yaptım bilmiyorum. Sadece o anı
hatırlıyorum. Sonrası biraz daha geçmesi gerekiyordu. Lise yıllarımda şiirin
imkanlarını iyice fark edince devam ettim. Fakat şiirin yetmediği şeyleri
mektuplarla ve hikayelerle anlatmaya başladım. Yazdığım şeylerin bazıları ödül
falan da aldı. Çocukluk işte. Bilincimi tatmin etmeyen hiçbir şeyi yazmak
istemem. İçimdeki şeyi dökemediğimi düşündüğüm şeyleri silmek eğilimindeyim.
Ben her insanın müjdeci ve uyarıcı görevi ile yaratıldığını düşünürüm. Büyük
bir iddia olabilir fakat evet, yazmaktaki gayelerden birisi de bu olmalıdır.
Bunu yapıyorum. Başarılı olup olmadığı meselesi ayrı tabi. Her iki şey de yazı
serüvenin devam etmesinde etkili oluyor.
3- Mustafa Bey, üç hikâye kitabınız
yayımlandı. Bunlar; Elma Kokulu Ev
(2003), Susuz Bıraktım Seni (2006), Rüya Kayıtları (2018). Kitaplarınız
hakkında bilgi verir misiniz? Hikâyelerinizin konularını nasıl seçiyorsunuz?
Nasıl bir ortamda yazıyorsunuz?
Bu kitaplardaki hikayeler aslında bir kitap
çalışması için yazılmadı. Elbette sonu oraya varacaktı fakat o hedefle
yazmamıştım. Gazetelerde bir sürü yazar vardır. Çok erken yaşlarda bunu yapabileceğimi
düşünmüştüm. Siyasi, günlük problemlerin olduğu şeyler yazmak istemedim. Kısa
hikayeler insanların ilgisi ve günlük ferahlığı için güzel olabilirdi. Böylece
başladım. İnsanların yaşadıkları ve her gün geçtikleri yerlerden yazdım.
Hikayeler onların bildikleri yerleri ve insanları anlatıyordu. Üslup ve biçim
ilgisini çekti insanların. Öyle devam ettim yazmaya. Daha önceki yıllarda da
yazıyordum fakat onlar ilk adımlardı ve çok cılız kalıyorlardı. Gazetede
insanların değerlendirmesine açılınca daha ciddiye bindi iş. İnsanlar
okuyorlardı ve ertesi günü dönüş alabiliyordum. Bu işi daha ciddi yapmama sebep
oldu. Hem kendim rahatlıyordum anlatarak hem de insanlara da geçmesini
sağlıyordum bu duyguların. Konular sadece yaşadığım yerlerden değil elbette.
Bazen geçmişten bir iz, bazen bir hayalin yazıya hikaye biçiminde dökülmesi,
bazen bir acının hikayenin içine boca edilmesi, bazen bir rüyanın hikaye
formunda canlanması... Konu beni buluyordu belki de. Garip bir şey bu.
Okumalarımı yapabildiğim her ortamda yazabilirim de. Bir yazı makinesine
ihtiyaç olmaz çoklukla. Yine de elbette bir kahvehane ortamında uzun bir yazma
süreci zor oluyor. İlk notlarımı oralarda alıp hemen evde yazmaya devam ettiğim
de olur. Elbette gece yazmak çok daha güzel oluyor. Gece yazdıklarım bana da
huzur veriyor. Diğer yer ve zamanlar tedirgin oluyorum. Tedirginliğim şu: Ya
atladığım bir yer olursa?
Kitaplar kısa hikayelerden oluşuyor. Rüya Kayıtları
biraz farklı. Nehir öykü dedikleri birbirini takip eden ve fakat birbirinden bağımsız
da olabilen türde hikayeler. Rüya Kayıtları aynı zamanda farklı bir deneme.
Varlık aleminin dışında, gerçekliğin bir yerinde ama bir türlü elle tutulamayan
şeylere dair.
4- Mustafa Bey, eskiler; ‘’üslûbu beyan
ayniyle insandır.’’ derler. Sizin hoşgörülü, sevecen kişiliğinizin üslûbunuza
yansıdığını görmekteyiz. Ötekileştirmeyen, suçlamayan, kucaklayıcı bir
üslûp… Yer, zaman, olay, kişilerle dil
ve anlatımınızda, serim, düğüm ve çözüm bölümlerinizde farklı bir hikâyeciliğin
müjdesini görmekteyiz. Türk hikâyeciliğine yeni bir anlayış, yeni bir soluk,
yeni bir şiirsellik getirmektesiniz. Bir hikâye yazarı olarak ulaşmak
istediğiniz hedefler nelerdir?
Tanımlamanız için teşekkür ederim. Umarım buna layık
olabilirim. Çok fazla hedefim yok aslında. Anlatmaya devam etmek istiyorum.
Daha çok anlatmak istiyorum. Güzel şeyleri güzel anlatmak istiyorum. Çirkin
şeyleri de güzel anlatmak istiyorum. Uzunca bir hikayenin eşiğinde duruyorum
çoktandır. Bir distopya veya ütopya... Bilemiyorum. Bu tür eserler sadece
alanlarında ilgi görüyor. Yine de anlatmak istediğim şeyler bu kapsamda olacağı
için böyle olması gerektiğini düşünüyorum. Sosyolojinin imkanlarıyla
tanıştığımdan beri anlatacağım hikayenin böyle olması gerektiğini düşünüyorum.
Planları kurdum nereden başlayacağımı da kararlaştırdığım an yazmaya
başlayacağım. Umarım içimdekini dışarı yansıtabilirim.
5- Türk hikâyeciliği hakkındaki
düşünceleriniz nedir? Türk hikâyeciliği nerede duruyor?
Türk hikayeciliği beni derinden etkiliyor. Kıyas
yapabilecek kadar okuma yaptım. Türk hikayeciliği gayet güzel bir noktada.
Dünyadan bağımsız da sayılmaz. Eski haliyle kendine özgü tarafları vardı.
Dünyanın iletişim imkanları ile birlikte diğer ülkelerdeki ile paralel
seyrediyor sanki. Dünyadan kopuk değil ama bir adım önde de değil. Tam
bilemiyorum fakat güzel bir yerde durduğunu ve umutla parladığını
söyleyebilirim.
6- Yazarlık ve şairliğin yanı sıra, radyo
programcılığı, sunuculuğu ve yönetmenliği de yapmaktasınız. Deyim yerindeyse,
‘’söze ve yazıya’’ yaslanmaktasınız. Söz ve yazı üzerine bir değerlendirmede
bulunur musunuz?
Söz ve yazı insana mahsus olandır. Sözün ve yazının
değeri bizim insan olma değerimizle doğru orantılı sanırım. Söz ve yazı benim
hayatımda bir yere sahip fakat anlatım yolları elbette bu kadar değil. Benim
ifade biçimlerim sadece. Söze veya yazıya yaslanmaktan başka çare bulamamış
olduğumu düşünmüşümdür. Bu konuda cimrilik etmiyorum. Yani konuşuyorum,
yazıyorum. Müsriflik de etmemeye çalışıyorum ki, bu çok kötü bir şey. Çok
konuşmak ve çok fazla gereksiz yazmak da insanı düşürüyor. Orta yolu
bulabilirsem daha çok mutlu olacağım. Sessizliği daha çok seviyorum fakat onun
da fazlası zarar. Üstelik daha önce de bahsettiğim müjdeleme ve uyarma görevini
de yapmamış hissediyorum sessizlik çok uzarsa. Susmamak lazım, çok konuşmamak
da lazım. Dinleyen olursa konuşmak, okuyan olursa yazmak... Her ikisi de yoksa
veya bütün bunları yapabilmek için biraz sessizliğe ihtiyaç var. Fransız bir
papazın sözü geliyor aklıma: Okumak cennet yazmak cehennem. Bunu hiç
unutmuyorum yazarken ve konuşurken.
7-Kısa hikâyelerinizden birini bizimle
paylaşır mısınız?
ÇÖP/ATAN
Bir sabah
erkenden kalktın, yüzünü yıkayıp çıktın. Elini uzatıp da ağzına atacağın bir
lokman yoktu. Sokaklar seni bekliyordu. Erken çıkman gerekiyordu, zira erken
çıkmazsan aç kalabilirdin. Erken çıkmalıydın, köpekler bile uyanmadan. Karnını
doyurmak için en erken sen çıkmalıydın. Hiç kimse senden önce davranmamalıydı.
Yoksa aç kalırdın.
Kocan da
bırakıp gitti, el alemin eline bakmaktansa bu daha iyiydi değil mi? Yani
elinden bir iş gelmez, başka bir iş de yapamazdın. Hele bu halinle, bu hırpani
kılık, bu yıkılmış harap surat, o kirli eller, ya o, sümüklü üç çocuk? Bütün
bunlarla seçme şansın yoktu. Elde yok avuçta yok. Yoka yok eklemekle, yoku
yokla öğüterek ekmek yapan olmamış şimdiye kadar. Hısım akraban desen onlarda
da yok ki sana yetebilseler. Onlarınki ancak kendilerine yetiyor yetmiyor, hır
çıkarıyorlar ya çok zaman. Kendine yeten hattâ sokakta kalmış kedi yavrularına
bile yeten yüreğin var diye mi akrabalarında yürek aramak? Yanılıyordun.
Sen sokağa
indiğinde hiç kimse inmemiş olmalıydı, hiç kimse olmamalı ve bir tek Allah'ın
kulu seni böyle görmemeliydi. Çalışırken görülmemeliydin. Ki, görüldüğün günler
oldu. Bir gün iş başındayken ihtiyarın biri sabah namazına gidiyordu Arif Ağa
camiine. O gün ne olmuştu da geç kalmıştın bilmem ki? Zengin bir evin, zengin
çöpüne bakıyordun hattâ elini bile sokmuştun. O talihsiz an işte. İhtiyarın,
sokaktan çıkıvermesi belki o günkü kaderindi. Utancından ne yapacağını şaşırmış
öylece kalakalmıştın. Sonra öbür elindeki poşeti, sanki çöp atmaya gelmişsin de
tiksinerek atıyormuşsun gibi davranmıştın. Bir poşet ekmeği... Ekmeği atar
mıydın sen Hatice? Bir poşet dolusu ekmeği? Çöpten bulup çöpe gönderir miydin?
Üç tane, sümüklü, donsuz, ayakkabısız velet, seni görünce ne yapacaksın
bakalım? Gururunu atsan önlerine yerler mi çocukların? Yerleri mi gururunu?
Ne çok aç kalmışlığın ve ne çok iş
kazan vardır senin öyle, ne çok gururun? Ve ne kadar çok aç kaldığın günler.
Çocuklarına da mı acımamıştın? Erken kalkmayı ihmal etmezdin sen, bu günlerde
bir hal oldu sana. Gururunu kahvaltı yerine koyamazsın. Erken kalkardın sen,
işini erken yapardın. Zaten ne demiştir büyükler, "Erken kalkanın rızkı
bol olur." Zannetme ki bu rızık değildir. Tövbe de, şükür et kız, şunun
şurasında fakir şehirlerdeki meslektaşların neler çekiyorlar haberin var mı?
Şükür et ki, zengin bir şehirde yaşıyorsun. Senin gibiler mesleğini en iyi
Tavşanlı'da icra eder. Ya böyle zengin olmasaydı bu Tavşanlı dediğin, doyar
mıydı üç bebe? Onlar zengin olacak, yiyemeyecek kadar hem de, öyle olacak
7 -Özgeçmişiniz.
1975 yılında Tavşanlı'ya bağlı Kadıköy'de doğdum.
İlkokulu çiçeklerin üzerinde okudum. Orta ve liseyi Tavşanlı'da imam hatip
lisesinde tamamladım. Daha sonra radyoda konuşmaya başladım. Evlilik, askerlik
derken arada sosyoloji okudum. Hiç terk etmediğim kitaplarla yaşadım.
Gazetelerde yazdım, bir sürü batık dergiye ortaklık ve sahiplik yaptım, hikaye
kitaplarım oldu, üç çocuk yazıldı haneme, soru işaretleri öğrettiğim geçici
öğretmenlik denemelerim oldu... Hayat akıyor velhasılı...
AHMET URFALI
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder