26 Şubat 2011

BÜLBÜLCE


BÜLBÜLCE…
İsmail Fazıl Atabay
Aşk, Allah…
Aşk, Allah’a…
Aşk, Allah’tan…
Aşk, Allah’la…
Âşık değil misin?
Allah Allah!
(‘deva-i kalb’den)
***
Bülbülce bilmeyenler, onun her söylediğini ‘gül’ diye algılarlar. Hâlbuki bülbül, ‘diken’ demeye bile cesaret edemez aşkından. Gül bahçesinin dış duvarının dibinde, bükük kanatlarıyla, gerekeni şakıyamamış diline ağlar durur. Zaten ne ‘gül’, o hayaldeki gibidir; ne de bülbül, tahmin ettiği gibi âşık… Bunu nereden mi biliyorum? Biraz bülbülcem var, şöyle aşkımı anlatacak kadar.
***
Günümüz fırtınalarında; bülbül ve gül kavramları, süslü ve nakışlı bir halde sunuluyor, içinde at koşturulabilecek kadar boş gönüllerimize. Her çiçeği, gül diye yutuyoruz uzun zamandır. Buna ‘eyvallah’ dememiz
gerektiği de zihnimize baltalanmış demek ki. Şimdi de boyalı kargalar türedi, bülbül niyetine. İlan-ı aşk, mecal bulamıyor bir türlü bunlarda da, uyanabiliyoruz vicdanımızın yedek gücünü kullanarak. Sonuçta Yeşilçam’dan aşina, çöl kokulu romanların son sayfasında bıraktık gözyaşımızı.
***
Lisan-ı kalbin kaynağıdır aslında, bülbülün dertlendiği dert. Yani hepimizin esasında özünde bulunan fakat unuttuğumuz ya da bize unutturulan bir dildir ‘aşk’. Bunu unutmanın birinci nedeni olarak, günümüzdeki gönüllerin sevda denizinde küreksiz kayıklarla kalması sunulabilir. Peki, bu ne anlama gelmektedir?
Mesafe, (somut ya da soyut fark etmez) herhangi iki kavram arasında muhakkak vardır. Bu mesafelerin aralığı; konuma, hale ve zamana göre uzun ya da kısa olabilir. İşte kalb ile aşk arasında da, aralığı Hak tarafından sabitleştirilmiş bir mesafe mevcuttur. Yani olması gerektiği gibi; ne fazla, ne az… Hak yolundan uzak duran bir insanın aşka yakın olabilmesi, tahammül edilemeyecek düzeyde mantıksızdır. Böyle bir kalb lisanının, ‘bülbülce’ diye başından beri tabir ettiğimiz aşk dilini konuşamaması doğaldır. ‘Aşığım, benim bir aşkım var’ deyip de, Hak yolunu hatırına getir(e)meyenler için ise şöyle bir açıklamada bulunabiliriz:
Kalbin aşk ile arası o kadar açılmıştır ki, bu kadar uzaktan ya göremiyoruzdur, ya da bir yönünü eksik veya yanlış görüyoruzdur. Eksik veya yanlış görülen bu yönü, yine eksik veya yanlış yorumladığımız için berbat bir kumpasın içine gönüllü olarak iteleriz sırtımızı. Hâlbuki aşka yorum katmak ya da aşktan yorum eksiltmek bizim ne haddimizdir, ne de böyle bir yeteneğimiz vardır. Yetenek yok, çünkü başta ‘aşk’ yok. Zira kendini aşka eriştirme yolundakiler bile bülbülce şakımaya tenezzül etmezler. Zaten hepimizin övgüyle bahsettiği ve örnek aldığı mertebe sahibi âlimler, aşka ulaşıp yorumlayabilecek düzeydedirler sadece. Hadsizliğimiz de buradan gelmektedir. Anlaşılabileceği gibi; sevda denizinde ellerinde yedek kürekleriyle âşıkları bekleyen bu âlimlerin kayıklarına binip küreği nasıl kullanacağımıza dair öğütler almak, daha sonra da kendi kayığımızda aşk ile bülbülleşmek, asgari mesafe aşamasında atılabilecek kıymetli bir adım olacaktır.
***
Güle hasret bu dili konuşamamanın ya da unutmanın ikinci bir nedeni daha vardır. Bülbülce; yeknesaktır, savruktur ve aşka dair cesaretsizliklerle örülü bir duvarın harcıdır aslında. Kanadı bükük bir bülbül… Yüreğin yapması gereken; yârin görülmesinden önce, yârin akla gelmesiyle bile göğüs kafesini ritimleriyle yumruklamasıdır. Zihinde oluşacak mübalağa, gönülden gelen kusursuz destekle gerçekleşir. Gönülden gelen bu yardım, farklı bir korkaklık türü çıkarır ortaya. Gözü kapalı düşmanın üzerine atılan yürek, ‘gönül’ mahlasını kullanarak ürkek şiirler yazmaya başlar geri geri adımlarla. Nitekim özümüzde var olan ve varlığını sürdüren bülbülce, yürek ve zihin arasında konuşulan bir lisan haline bürünür. İnsanın diline ulaşamamasının dolaylı cesaretsizliği de bu şekilde açıklanmış oluyor. Âşıksan cesur olacaksın. Yeterince korkaklığı göze alabilecek kadar cesur…
***
Her türde rüzgâr, her gün esmeye devam ediyor yine. Bülbülün güle sevdalığı, Allah’ın dikeni sevdirmesiyle başladı önce. Bugünün aşkında değil, aşkın bugününde hata var esasında. Kendimizde hata arayacak kadar erdemli olamadığımız da aşikâr. Zaten bunu yapıyor olsak, öncelikle nefes alışların bile Hak yoluna olması gerektiği bilincini kazanırız. Bu bilinçte bir zihnin yoldaşı olan yürek, evvelinde özüne yerleştirilmiş ‘aşk’ ile Hak divanına bütün bir gönül kurgusuyla erişir. İçinden ‘aşk’ alınmış bir yürekle hiç kimse o huzurda bulunmak istemez sanırım.
***
Lisan-ı kalbin tercümesini yapmaya çalışmadık. Yalnızca, gül bahçesinin duvarını aşabilmiş bir bülbülün kanat çırpışlarına odaklanmaya çalıştık. Nihayetinde; hayalde ve niyette bir ‘gül’ olmadığı müddetçe, ‘bülbülce’ şakımanın bir anlamı yoktur.
Vesselam…

İSMAİL FAZIL ATABAY

Diğer yandan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder