01 Ekim 2013

Akıl ve Zekanın Tezahürleri

Akıl ve Zekanın Tezahürleri
Sema Aydoğan
Genel olarak akıl, düşünüp taşınma anlayıp tanıma yargılama ve yorumlamayı sağlayan insanın en büyük yeteneğidir. İnsan doğası gereği akleder, sorgular, seçim yapar, merak eder. Bulunduğu ortamda, yaşadığı olaylarda anlam arayışı içerisindedir. Örneğin kalpte yara gözde yaş hayat budur arkadaş gibi anlam bulamadığı cümlelere inanarak onlara itibar etmez. Çünkü hayatın bütününün böyle olmadığını bilir.
Niçin insan ve niçin insandan yola çıkarak akıl olmalıdır? İnsan olmasaydı eğer, şu an burada akıl, söz konusu edilebilir miydi? Bu sorunun cevabı muhakkak ki hayır olacaktır. Bu yüzden insan ve insandan çıkarak aklı konu edinmeliyiz. Peki insanın hayvandan ne farkı vardır ki insandan çıkarak akıl olmalıdır? Hayvanlara geldiğimizde ise onlar sadece
içgüdüye sahiptir. Bu bakımdan insanın akıl yetisi, içgüdüye karşıttır. Çünkü insan dürtüleriyle hareket edebildiği gibi çıkarımlarda bulunarak hareket edebilen akıllı bir varlıktır. Ayrıca doğaya baktığımızda hayvanlar ve insanlar arasındaki farkı gözlemleyebiliriz. Şöyle ki insan bebekliğinden itibaren uzun bir süre korunmak zorundadır. Oysa hayvanlar tüm tekniklere sahip olarak dünyaya gelirler. İnsanın varlığını sürdürebilmesi için ihtiyacı olan şey aklının kılavuzluğudur. O, düşünme, öğrenme, muhakeme etme, iradesini kullanma, seçme gibi zihnî ve aklî konularda ustalaşmak zorundadır.
Yunan atasözü der ki:’’Kişiyi etkileyen olaylar değil o olaylara verdikleri anlamlardır.’’Bu atasözünde olduğu gibi hiç kimse, aklı olmaksızın olaylara anlam yükleyemez.
Hz.Mevlana da derki:’’Bulanlar ancak arayanlardır.’’O halde insan, rastlantılara göre yaşamamalıdır. Benjamin Disraeli ‘ninde söylediği gibi rastlantılar insanın yarattığı şeyler olmalıdır. Burada yine Mevlana’nın ve Disraeli’nin yargılarını aklımız sayesinde birleştirebilir ve tek bir yargı cümlesi oluşturabiliriz. Rastlantıları yaratmak için arayanlardan olmak gerekir.
Akıl, insanın kendisini tanımasını sağlar. Yunus Emre:
‘’İlim ilim bilmekdür; ilim kendün bilmekdür.
Sen kendini bilmezsen bu nice okumakdur.’’
der. Demek ki insanın kendisini bilmesi bu denli önemli bir mevzudur. Peki niçin önemlidir? İnsan niçin kendini bilmelidir? Onun kendini bilmesinin ne önemi vardır? Zülfikar Aydın der ki:''İnsanoğlunun kendi organizmasını bilmesiyle, aklını ona göre kullanması daha kolay olacaktır. Şöyle ki beden denen makinenin nasıl işlediğini bilen akıl, onun ihtiyaçlarını doğru ölçüde karşılayacak, hayatta başarılı olmasını sağlayacaktır. Sadece bedenini tanıması küçük bir parçadır. İnsan kendini fizyolojik psikolojik her yönden tanımalıdır. İnsan tanımayı gaye edindiği zaman bu iştahı giderek artar, çünkü gün gittikçe bilinci artar. Kendisi hakkında bilgisi olan, makinesinin çalışma düzenini ve fonksiyonlarını iyi anlayan kişi hem özgürlüğüne kavuşur hem de kendini yönetir. O halde kendini tanımak isteyen kimse,öncelikle kendini yöneten kuvvetlere hakim olmalı,bu kuvvetlerin esiri olmamalıdır. ‘’ Öfke gelir,akıl gider.’’ sözünün yerine aklını

iyi kullanan insan, dalkavukların elinde oyuncak olmaktan kurtulur. İşte bütün bunlardan dolayı eski öğretiler ‘’kendini bil ’’prensibiyle çalışmaya başlar. Kendini tanımak, belli bir bilinci gerektirir. İnsan, aklını bilinçli şekilde kullanma sanatını bilmelidir. İnsan algılayabildikleri arasından en iyisini seçebilir. O halde akıl geliştirilmeli ve onu iyi kullanmalıyız.''(Bilgeliğe Yöneliş,Dr.Zülfikar Özkan,kasım 2000,İstanbul,s.103)

Akıl, sadece mantık aramaktadır. Oysa burada akıl, tek başına hatalıdır. Çünkü gerçek, dağın yamaçları gibi çok yönlüdür. Dolayısıyla akıl, sadece gerçeğin bir yönünü görebilir. Filozofların çağdan çağa araştırdıkları mutlak tini (tanrı), göz göremez; gözün göremediğini ise insanlık, ancak kalbiyle görebilir.

Akıl, soyut düşünmeyi somutlaştırmak ister. Bu yönüyle o ancak materyalizme açık kapı bırakır. Soyut olanın bilinememesi (yani ölüm, ölüm ötesi hayat vb. gibi) ve bunun gibi şeylerin bilinmesi isteminden akıl hastalıklarının ve belki de daha kötüsü akıl kaybının kıyısına düşmekten kurtuluş neredeyse imkansız hale gelir.
Bebeğin yürüyebilmesi için bebeğin dengesini sağlaması gereklidir. Bunun gibi akıl da tek başına iken dengesini kuramaz; ya yalpalar ya emekler ya da önüne çıkan ilk duvara çarpar.Akıl tek başına iken ayakta uzun süre duramaz.İnsan ancak varoluşunun merkezini oluşturursa-ki dengesini kurarsa yürüyebilir.Bu merkezde akıl ile birlikte; din,vicdan iyi ahlâk ve diğer hususlar dengede olmalıdır.
Aklını iyi kullanabilenler, hayatta büyük başarılar elde edebilirler ; fakat aklını kullanmasını bilmeyenler ve aklın açık bıraktığı yere düşenler, her an sapkınlıkların içine girebilirler. Buna günümüzdeki en sık karşılaşılan vakaların olması:intihar,depresyon,bulanım,stres,adam öldürme,cinnet vb.kanıt gösterilebilinir.
Aklı bir arabaya benzetirsek zekâda arabanın hızıdır demeliyiz. İlköğretimde ne yazık ki çocukların temel derslerin durumlarına göre zekiliklerinin durumu adlandırılmaktadır. Oysa ki zamanında Einstein’a aptal muamelesinin yapıldığı unutulmamalıdır. Her öğrencinin temel derslerinde başarılı olma zorunluluğu yoktur. Diğer ülkelerde daha çocuk doğmadan önce sahip olduğu yeteneğe göre eğitimi şekillendiriliyorken, ülkemizde temel dersler zekâ için temel ölçüt alınıyor. Bireysel farklılıkların, kişisel ve biyolojik gelişimlerin, ekonomik kriterlerin rol oynadığı zekâda her kişiye göre doğru bir ölçütün oluşturulması neredeyse çok zordur. Ne yazık ki bu durumda eğitimcilere iyi iş düşmektedir! Her yıl milyonlarca üniversite mezunu veren ve sadece eğitimin yetkinliğini testlerle sınırlandırılan bu ülkemizde eğitimcilere ne kadar iyi işin düştüğü bir kez daha hesaba katılmalıdır!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder