Akıl ve Zekanın Tezahürleri
Sema Aydoğan
Genel olarak
akıl, düşünüp taşınma anlayıp tanıma yargılama ve yorumlamayı sağlayan
insanın en büyük yeteneğidir. İnsan doğası gereği akleder, sorgular,
seçim yapar, merak eder. Bulunduğu ortamda, yaşadığı olaylarda anlam
arayışı içerisindedir. Örneğin kalpte yara gözde yaş hayat budur arkadaş
gibi anlam bulamadığı cümlelere inanarak onlara itibar etmez. Çünkü
hayatın bütününün böyle olmadığını bilir.
Niçin insan ve
niçin insandan yola çıkarak akıl olmalıdır? İnsan olmasaydı eğer, şu an
burada akıl, söz konusu edilebilir miydi? Bu sorunun cevabı muhakkak ki
hayır olacaktır. Bu yüzden insan ve insandan çıkarak aklı konu
edinmeliyiz. Peki insanın hayvandan ne farkı vardır ki insandan çıkarak
akıl olmalıdır? Hayvanlara geldiğimizde ise onlar sadece
içgüdüye
sahiptir. Bu bakımdan insanın akıl yetisi, içgüdüye karşıttır. Çünkü
insan dürtüleriyle hareket edebildiği gibi çıkarımlarda bulunarak
hareket edebilen akıllı bir varlıktır. Ayrıca doğaya baktığımızda
hayvanlar ve insanlar arasındaki farkı gözlemleyebiliriz. Şöyle ki insan
bebekliğinden itibaren uzun bir süre korunmak zorundadır. Oysa
hayvanlar tüm tekniklere sahip olarak dünyaya gelirler. İnsanın
varlığını sürdürebilmesi için ihtiyacı olan şey aklının kılavuzluğudur.
O, düşünme, öğrenme, muhakeme etme, iradesini kullanma, seçme gibi zihnî
ve aklî konularda ustalaşmak zorundadır.
Yunan atasözü der
ki:’’Kişiyi etkileyen olaylar değil o olaylara verdikleri
anlamlardır.’’Bu atasözünde olduğu gibi hiç kimse, aklı olmaksızın
olaylara anlam yükleyemez.
Hz.Mevlana da derki:’’Bulanlar ancak
arayanlardır.’’O halde insan, rastlantılara göre yaşamamalıdır. Benjamin
Disraeli ‘ninde söylediği gibi rastlantılar insanın yarattığı şeyler
olmalıdır. Burada yine Mevlana’nın ve Disraeli’nin yargılarını aklımız
sayesinde birleştirebilir ve tek bir yargı cümlesi oluşturabiliriz.
Rastlantıları yaratmak için arayanlardan olmak gerekir.
Akıl, insanın kendisini tanımasını sağlar. Yunus Emre:
‘’İlim ilim bilmekdür; ilim kendün bilmekdür.
Sen kendini bilmezsen bu nice okumakdur.’’
der.
Demek ki insanın kendisini bilmesi bu denli önemli bir mevzudur. Peki
niçin önemlidir? İnsan niçin kendini bilmelidir? Onun kendini bilmesinin
ne önemi vardır? Zülfikar Aydın der ki:''İnsanoğlunun kendi
organizmasını bilmesiyle, aklını ona göre kullanması daha kolay
olacaktır. Şöyle ki beden denen makinenin nasıl işlediğini bilen akıl,
onun ihtiyaçlarını doğru ölçüde karşılayacak, hayatta başarılı olmasını
sağlayacaktır. Sadece bedenini tanıması küçük bir parçadır. İnsan
kendini fizyolojik psikolojik her yönden tanımalıdır. İnsan tanımayı
gaye edindiği zaman bu iştahı giderek artar, çünkü gün gittikçe bilinci
artar. Kendisi hakkında bilgisi olan, makinesinin çalışma düzenini ve
fonksiyonlarını iyi anlayan kişi hem özgürlüğüne kavuşur hem de kendini
yönetir. O halde kendini tanımak isteyen kimse,öncelikle kendini yöneten
kuvvetlere hakim olmalı,bu kuvvetlerin esiri olmamalıdır. ‘’ Öfke
gelir,akıl gider.’’ sözünün yerine aklını
iyi kullanan insan,
dalkavukların elinde oyuncak olmaktan kurtulur. İşte bütün bunlardan
dolayı eski öğretiler ‘’kendini bil ’’prensibiyle çalışmaya başlar.
Kendini tanımak, belli bir bilinci gerektirir. İnsan, aklını bilinçli
şekilde kullanma sanatını bilmelidir. İnsan algılayabildikleri arasından
en iyisini seçebilir. O halde akıl geliştirilmeli ve onu iyi
kullanmalıyız.''(Bilgeliğe Yöneliş,Dr.Zülfikar Özkan,kasım
2000,İstanbul,s.103)
Akıl, sadece mantık aramaktadır.
Oysa burada akıl, tek başına hatalıdır. Çünkü gerçek, dağın yamaçları
gibi çok yönlüdür. Dolayısıyla akıl, sadece gerçeğin bir yönünü
görebilir. Filozofların çağdan çağa araştırdıkları mutlak tini (tanrı),
göz göremez; gözün göremediğini ise insanlık, ancak kalbiyle görebilir.
Akıl,
soyut düşünmeyi somutlaştırmak ister. Bu yönüyle o ancak materyalizme
açık kapı bırakır. Soyut olanın bilinememesi (yani ölüm, ölüm ötesi
hayat vb. gibi) ve bunun gibi şeylerin bilinmesi isteminden akıl
hastalıklarının ve belki de daha kötüsü akıl kaybının kıyısına düşmekten
kurtuluş neredeyse imkansız hale gelir.
Bebeğin yürüyebilmesi
için bebeğin dengesini sağlaması gereklidir. Bunun gibi akıl da tek
başına iken dengesini kuramaz; ya yalpalar ya emekler ya da önüne çıkan
ilk duvara çarpar.Akıl tek başına iken ayakta uzun süre duramaz.İnsan
ancak varoluşunun merkezini oluşturursa-ki dengesini kurarsa
yürüyebilir.Bu merkezde akıl ile birlikte; din,vicdan iyi ahlâk ve diğer
hususlar dengede olmalıdır.
Aklını iyi kullanabilenler, hayatta
büyük başarılar elde edebilirler ; fakat aklını kullanmasını
bilmeyenler ve aklın açık bıraktığı yere düşenler, her an sapkınlıkların
içine girebilirler. Buna günümüzdeki en sık karşılaşılan vakaların
olması:intihar,depresyon,bulanım,stres,adam öldürme,cinnet vb.kanıt
gösterilebilinir.
Aklı bir arabaya benzetirsek zekâda arabanın
hızıdır demeliyiz. İlköğretimde ne yazık ki çocukların temel derslerin
durumlarına göre zekiliklerinin durumu adlandırılmaktadır. Oysa ki
zamanında Einstein’a aptal muamelesinin yapıldığı unutulmamalıdır. Her
öğrencinin temel derslerinde başarılı olma zorunluluğu yoktur. Diğer
ülkelerde daha çocuk doğmadan önce sahip olduğu yeteneğe göre eğitimi
şekillendiriliyorken, ülkemizde temel dersler zekâ için temel ölçüt
alınıyor. Bireysel farklılıkların, kişisel ve biyolojik gelişimlerin,
ekonomik kriterlerin rol oynadığı zekâda her kişiye göre doğru bir
ölçütün oluşturulması neredeyse çok zordur. Ne yazık ki bu durumda
eğitimcilere iyi iş düşmektedir! Her yıl milyonlarca üniversite mezunu
veren ve sadece eğitimin yetkinliğini testlerle sınırlandırılan bu
ülkemizde eğitimcilere ne kadar iyi işin düştüğü bir kez daha hesaba
katılmalıdır!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder