12 Kasım 2009

KÜÇÜK BİR İÇ KONUŞMA


KÜÇÜK BİR İÇ KONUŞMA
İyi bir hikayeciyseniz, insanların yüzüne bakmaya ve anlattıklarını dinlemeye korkarsınız. Onların hikayelerinin sizin hikayenize girivermesinden ürperirsiniz. Oysa onlar, kendi yaşadıklarının ya da anlattıklarının pek kolayca hikayeye dönüşüverecek şeyler olduğuna inanırlar. Hikayelerin şimdiki zamanı umursamadığını düşünürüm. Hikayenin zamanı, ya geçmişi ya da geleceği ilgilendirir. Geniş zaman bile kötü dikilmiş bir elbise gibidir hikaye için.
Dostlarımın, tanıdıklarımın yüzüne bakarken hikayelerini satın alıyor değilim, ödünç de almıyorum. Artık onlar benim hikayem oluyorlar. Onları alıp mahzenimde biriktiriyorum. Ne zaman ki artık küflü kokularıyla kendilerini ortaya çıkarmaya başlıyorlar, işte o gün içimi titrete titrete kokularını burnuma çekiyorum.
Mahzenimde çürüyüp kaldıkları da oluyor bazılarının.
Güzele, güzel olduğu için; elmaya, tatlı olduğu için; çocuklara, hayat verdikleri için; paraya, gerekli olduğu için; toprağa, güvendiğim için bakıyorum... diğerleri gibi.
Olayları, olduklarından farklı gösteren ve bana işaretler fısıldayan bir cisimle dolaşmıyorum yeryüzünde. Algımda bir farklılık varsa bunun kökenleri alışkanlıklarda aranmalıdır.
Çürüyüp giden bir meyveyi günler boyunca gözlediniz mi hiç? Gözlemediyseniz bile nasıl olduğunu biliyor olmalısınız. Bundan emin olmak diye bir şey söz konusu değildir. Böyle olacaktır. İçinizde bir şeylerin pörsüdüğünü duyar gibi olduğunuz zaman bunu fark edersiniz. Onun ilk halini hatırlamak size bir bilgiden ziyade, hüzün verir. Neşeli sofraların meyvesi, buruk tatların hatırlatıcısıdır artık. Zaman yavaşlar. Geriye bakıldığında aslında zamanın hızla akmış olduğunu düşünürüz ama yavaşlar. Gelecek daima daha hızlıdır. Çabuk gelir. Geçmiş öyle değildir. Yavaş çekim bir gösterim gibidir geçmişte kalanlar. İşte bundan dolayı onu yakalamanız ya da onun sizi yakalaması daha kolay olur. Kopmamıştır, uzamıştır, sünmüştür. Her seferinde kuvvetli bir bağın bulunduğu yerden geri sıçrar ve bir yerinize yapışır.
Bir romanın, hikayenin, senaryonun nasıl yazıldığını hala deli gibi merak ederim. Onu çözebilmek için çılgınca çırpınırım. Bunu çözmek için yazarıyla birlikte aynı yazı masasını paylaşmak bile yetmez oysa. İşte bunu çözebilmenin yolunu yeni yeni bulmuş bulunuyorum: Yazmak. Oturup yazmaktan başka çare yok. Yine de her yazılan hikaye, yaratılan her karakter beni büyülemeye devam ediyor, velev ki kötü olsun. Irmağa taş atmakta olan bir çoban karakteri ne ise Macbeth de odur benim gözümde. Uydurduğumuz yalanlara inanabilecek kadar masum ve bir o kadar da asiyiz.
O kadar sahici bir hal alır ki okuduklarımız, yazdıklarımız, onlarla birlikte yaşamaya başlarız. Bu aşamadan sonra iflah olmaz bir gerçek tutkumuz başlar. Halbuki tam tersi olması beklenirdi. Gerçek olmayan karakterlerden yola çıkıp gerçeğin peşine düşmek... işte insan olduğumuzun tuhaf delillerinden biri, diyorum buna. Bunca yılın sonunda vardığım nokta ise beni hayal kırıklığına uğratmaktan ziyade hep sevindirmiştir. Geldiğim noktada görüyorum ki, en başındayım. Hala okuyorum ve asla okumadan edemiyorum. İnsan başka hangi aymazlığına böyle sevinebilir ki?  Bir hikayeniz yoksa hemen edinin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder