23 Ocak 2010

NEREDESİN UYKU?


NEREDESİN UYKU?
Düşünmek istemiyorum. Kafamda bir boşluk var ve bu boşluğu doldurabilecek bir “şey” aramıyorum. Merak etme duyularımı bile kaybettiğim bir an, içinde bulunduğum an. Merak etmekten bahsedebildiğimi görüyorum. Bu iyiye mi işaret yoksa başka bir duruma mı? Uykumun olduğunu zannediyorum. Zannetmek bile bir umut.
Hafif, çok hafif bir ağrı kafamın bir yanında. Hangi taraf olduğunu kestirmeye çalışıyorum. Ağırlık da diyebilirim. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Uykum var, belki uykum var. Yatınca uyuyamayacağımı iyi biliyorum. Yok, uyku hali değil bu. Boş boş bakmak, diye bir durumdan bahsedilir bazen. Acıklı bir anı anlatmak için de kullanılır bu, aşağılayıcı bir hali de. Acınacak halde miyim? Etrafımda halimi çözebilecek, yok, yahut halimin ne hal olduğunu merak edecek biri yok sanırım. Kendim bile düşünmek istemediğimi söylerken saçmaladığımın farkına kim varacak?

Kolayca saçmalayamıyorum bile. Saçmalamak için hafif sarhoş hissetmeli insan kendini. Keyif verici maddeleri aklıma getirmeye çalışsam... Önce üzüm yedim. Damağımda metalsi bir tat bıraktı. Sigara içmek için de kendimi zorlamam gerektiğine göre, ya çay içmeliyim ya da kahve. Hayır, hiç biri değil. Ruhumda bir boşluk var, kafamda yahut midemde değil. İnsan, hem de normal bir koşuşturmanın ortasındaki bir insan, nasıl, hangi adımdan sonra yahut hangi şeyin eksikliğinden ya da fazlalığından dolayı ruhundaki o, kocaman uçuruma düşer? Uykusu olan fakat uyumak için kendinde mecal bulamayan, miskin birinin halindeyseniz bilin ki, boşluktasınız. Boşluğa düşmek, dedim az önce, hayır yönü olan bir düşüş değil bu. Aşağı doğru, yukarı doğru yahut başka yönlere doğru bir gidişten bahsetmiyorum. Ruhun sefilâne alçalışından da söz etmiyorum. O, bambaşka bir şeydir. Zamanla hepimiz yaşadık, bilinir şeydir ruhun alçalışı. Boşluk, kabaca boşluk, diyoruz ve orada kalıyor. Tarif etmeye çalıştığım durum, boşluk bile değildir belki. Dua edemeyecek, duada bile samimi olamayacak kadar ruhsuz bir varlığa dönüşüyor insan.
Gözlerimi tavana dikip sırt üstü uzandığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. O hali aşıkken yaşamıştım. Hangi şeyi hangi sırayla hayal edebileceğinizi bile umursamıyorsanız o başkadır. İtiraf ediyorum, içinden çıkılmaz bir haldeyim. Net olarak bunu görebildiğimi bile sanmıyorum. İçinden çıkabileceğim bir halde olduğumu düşünüyorum.
Toprak, tabanlarıma temas ediyorken böyle değildi. Çok önceye ya da özlenen bir mekana gönderme değil bu. Apaçık, az önceden bahsediyorum. Bir iki saat öncesi yani. O bir iki saat de boşluğumu gidermeye yetmedi. İçinde hiçbir şey, hiçbir cisim bulunmayan mekan... toprak kokusu var içimde. Büyük bir boşluğun, ancak büyük bir boşluğun, toprak ile doldurulabileceğini ümit ediyorum. Bunu anlamaya da çalışıyorum. Anladığım ve belki uygulamada eksik kaldığım keşfim değil bu. İçime doğan, gönlümde, “böyle olursa hoş olur” intibaını bırakan düşünce.
Düşünmek bile istemiyorum, demiştim. Her istediğimi yapabilecek kudrette değilim. Bunu yapmak zorundayım, bal gibi de öyleyim. Bir oyuna bırakabilirdim kendimi. Mesela televizyona. Boşluktaki azalarımı, cisimsiz olan ruhumun da azaları olduğunu varsayarak, bölgesel anesteziye maruz bırakan ve rahatlatan bu eylemi, pekala yapabilirdim. Neden yapmadım sahi? Pek matah bir ruh mudur bendeki? Umursamazlığın derin göklerinde keyfini sürmek gibi gizli emellerinin var olduğunu ve bunu temin için örgütlü dış ve iç destekler bulabildiğini, ne yapmak isterse onu yapabileceğini bildiğim ve Nasrettin merhum gibi, evvelini de bildiğim ruhum, şimdi aldanışın kapısında bekliyor. Oradan geçmek için ayaklarınızı boşlukta yıkamanız gerekiyor. Şimdi oradayım, ayaklarımı boşlukla dezenfekte ediyorum. Az sonra, aldanışa geçmiş olacağım.
Uykumun geldiğini de itiraf etmeliyim. Hala düşünmek istemediğimi de. Elimden bir şey gelmiyor. Tutunabileceğim bir şey arıyorum. Neredesin uyku? Gel ve beni kurtar gerçeğin elinden. Gerçek, diye sana sığınıyor, seni kutsuyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder