AHMET ULUÇAY’A DAİR KIRIK DÖKÜK BİRKAÇ SATIR
(Ahmet Uluçay’a kapı aralığından bakmak.)
Bir dostun ardından…
Onun ünlü biri olması da ayrı bir zorluk. Herkes tanıyor onu! Yazmak zor. Hele ona haksızlık etmeden yazmak daha da zor. Ya ölümünün ardından yazmak?
Onun sanatını mı anlatmalıyım şimdi yoksa onunla ilgili anılarımı mı ya da hayatından bazı kesitleri mi? Onun hastalığından mı bahsetmeliyim, çektiği sıkıntılardan mı, imkânsızlığından mı, deliliğinden mi, hayallerinden, ümitlerinden, rüyalarından, annesinden, babasından, çocuklarından… Bilmiyorum ama hiç birini anlatmak bana düşmez. Onunla konuşur gibi yazmalı belki riyakâr cümlelerle. Belki trajediye dönüştürmeli, melankoli katmalı bu yazıya. Daha çekici olurdu o zaman, öyle ya!
Her şeyi bir kenara bırakıp mantıklı olmam gerekiyor. İnsanlar bir tek garantiyle doğuyorlar o da ölüm. Onunla son bir kez ölümle ilgili konuşmak isterdim ama hastalığının getirdiği hassasiyet buna müsaade etmedi. Bütün dostlarımla ölümü konuşurum. Kendi ölümümüzü. Onunla başkalarının ölümünü konuştuk.
Annesinin, babasının… En çok annesinin ölümünü. İkinci ameliyattan önce, “Tekerlekli sandalyede de olsa yaşamak istiyorum.” Demişti. Bağlamsız bir cümle olduğu için yoruma açık duruyor biliyorum ama öyle değil. Yaşadığı nice şeyden sonra bunu söylediğini uzun uzun yazmak zor. Keşke onunla bir kez olsun kendi ölümümüzü konuşabilseydik, tasvir edebilseydik. Daha kolay olurdu ayrılık.
Müzik lazım olduğunda tanışmıştık.
Adını duyardım ara sıra, “Yönetmen.” Derlerdi ama bahsettikleri kişi sanki lisede şiir yazan, kendini şair ilan etmiş yeni yetmeydi! Öyle bakıyorlardı insanlar. Daha öncesini zaten biliyorsunuz. Birçok sıfatlarla andılar. İnsanlar kafalarındaki şablona oturmayanları, farklı olanları tasnif etmekte hiç de zorlanmazlar. Kaba tabirler bunun için icat edilmiştir sanki. Sonuçta o basit bir köylüdür. Kendinden bekleneni vermelidir. Kendinden beklenen, ailesini belli bir standartta geçindirmesi ve öylece emekli olup gelip geçmesidir. Öyle de oldu zaten. Fazladan kısımlarını kaldıramadılar. Anlamakta zorluk çektiler. Yaşadığı yeri sorguladığımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. “Bir senaryom var, bir filmim var.” Dediği zamanki kendi zihin dünyanıza bir bakın tekrar. Bunları tartışmak niyetinde değilim. Bunlar geride kaldı. Sanırım odalar dolusu kitap, elli küsur yıla sığmış bir okuma serüveni, mesleki okumalar, araştırmalar, çalışmalar, yanmış kitapları, bağışlanmış kitapları… Hele yazdıkları, sayfalarca, kitap kitap yazdıkları. Çıkardığı gazete… Hep göz ardı edildi. Değirmenimden Mektuplar’ın (Alphonse Daudet) çoğu yerini ezbere okurdu bana. Çoğu klasiğin içinde yaşardı. Okuduğu kitaplardaki karakterlere kırk yıl âşık kalabilen kaç edebiyatçı tanıyorsunuz? “Vadim O Kadar Yeşildi Ki” romanının güzel gelini Bronwyn’in elinde sepetle gelişini anlatırdı sık sık. Sonra küçük çocuğu yatağın altından, saklandığı yerden o tatlı sesiyle çıkarışını. Sinema üzerine okudukları, sinema üzerine yaptığı araştırmaları, bir kitabı bulmak için yıllarca didinmesi… Sizce kendiliğinden olma bir dağ başı meyvesi kadar mıdır o? Bir film yaptı ve büyük sanatçı diye anıldı! Örnek sanatçı, azmin neler yapabileceğini kanıtladı! Tonla ödül aldı! Değil işte. Tırnaklarımla kazıdım, bugünlere geldim, diyenlerden de değil o. Burada bir ilenç vardır “Allah uyuz versin de tırnak vermesin.” Derler. Ne demek istediğimi sanırım anladınız.
Tanışmamızın üzerinden ne kadar geçti bilmiyorum ama bize güzel şeyler anlatıyordu. Sahiden aradığım bir şeyin bu kadar yakınımda olabileceğini ben Simyacı’da bile bu denli canlı görmemiştim. Her anını dolu dolu edebiyat, hayat, şiir ve sinema ile geçirdiğimiz o günler geride kaldı. O bir şey anlatırdı, şaşırırdım. Ne zaman, nerede gibi aptalca sorular sorardım ilk zamanlar. Meğer kendi hikâyeleriymiş. Senaryolarından parçalar. O kadar içten anlatırdı ki daha dün yaşanmış gibi canlı ve heyecanlıydı anlatırken. Sonraları başkalarının yanında da anlattığında onlar da aynı hataya düşerlerdi. Kulağıma fısıldarlardı kimmiş ölen falan, diye. Ben de gülerdim. Yakup’u anlatırdı hiç durmadan. Kendi çocukluğu bir yanıyla, kendi hayalleri. Tren yolunun peşine düşüp giden çocuk. Her filmimde çocuklar olacak, tren olacak, diyordu. Bir de oğlunu çok seviyordu. Oğlu onun kahramanı gibiydi. Hâlbuki babalar çocuklarının kahramanıdırlar. Doğduğu köyden görünen trenleri anlatırdı. Ben de trenleri anlatırdım benim de trenlerim vardı çocukluğuma dair. Onun anlatışından dinlemek, o gün oradan geçen kara trenin dumanının genzinizi yakması demekti. Sadece dinlerdim o zaman. Akşamları bisikletle köye giderdim, parkta oturur saatlerce havadan sudan konuşurduk. Ne havaymış ne suymuş arkadaş, hala heyecanla anlatıyorsunuz derlerdi bazı tanıdıklar. Ahmet Ağabey’in zihninden geçen hiçbir şey masala bulanmadan asla oradan çıkamazdı çünkü. Çünkü Ahmet Ağabey düz gerçekliğin gâvur gibi soğuk olduğunu biliyordu. Vedalaşırken bisikletime bakardı, “Ah ulan ne binerdim bisiklete, şu köyün bir santimi kalmamıştır tekerimin değmediği. Yine binebilir miyim acaba?” diye iç geçirirdi. Bisikleti hala duruyordu anlattığına göre. Özenle süslenmiş, özenle bakılmış, orada sabırla kendisini bekleyen bir bisiklet. Hiç binemedi ondan sonra. “Baharı en çok neden seviyorum biliyor musun? Çıplak ayakla yürümek için. Çıplak ayakla toprakta gezebilmek için.” Ölene kadar çıplak ayakla baharı da selamlayamadı sanırım. Zor muydu bunu yapmak acaba? Hiç aklıma gelmedi, hiç aklıma gelmezdi birinin bu kadar basit bir hayaline katılmak. Ayakları yere basmayan, uçuk bir hayal gibi. Ölmeden önce dedeme sıkıca sarılıp çok sevdiğimi söylemek de aklıma gelmedi hiç. Sanırım yaşamak böyle bir şey buralarda.
Hikayelerimi beğendiği zamanlar çok utanırdım. Onunkilerle kıyaslardım çünkü. Onun yazdıklarını tekrar tekrar okumuştum. Bir keresinde şunları beraber düzeltelim, gibi bir şey de söylemişti, utancımdan yerin dibine geçecektim. Hikâyelerimden bazı kesitleri senaryolarında kullanmak istediğini falan da söylemişti. Elbette kabul ederdim ama yazık olur ağabey senaryolara, derdim. Hakikaten yazık olurdu öyle yapsaydı. Bir satırını bile değiştirmeye kıyamayacağım öyküleri vardı onun. Ben onunla öğreniyordum çoğu şeyi. İlk defa ondan duyduğum çok şeye şaşırmışlığım vardır. Küller ve Kemikler adlı kitabı henüz basılmadı. Keşke o kitap basılabilseydi. Keşke ilk önce Kuzey Masalı’nı çekmiş olsaydı. Keşke hemen ardından acele edip Bozkırda Deniz Kabuğu’nu çekseydi. Sonra biliyorsunuz işte Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak. Günün şartları Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı öne geçirdi. Sinema dünyasını kendi gözüyle avlaması gerekiyordu belki önce. Övgü faslı gibi oldu. Bahsi geçen öyküleri okumuş olsaydınız bana kızardınız bu kadar güdük bıraktığım için.
Biraz daha anlatmalı öyküleri…
Sanırım ilk olarak Kuzey Masalı’nı okumuştum. İlk kez ninemin masalları büyülemişti beni ardından onca zaman sonra Ahmet Ağabeyle yaşadım aynı şeyi. Sonra diğerlerini de okudum. Küller ve Kemikleri birlikte epeyce okuduk. Bozkırda Deniz Kabuğu çok kabuk değiştirdi sonraları. Ben ilk halini çok seviyordum. İlk halinden asla kopmamasını istiyordum ama film yapım aşamasına gelince ana metni bozmadan bazı değişiklikler yaptığını fark ettim. Hatta o derece ileri gitmişti ki bir ara güzelim hikâyeyi baştan sona değiştireceğini sandım. Öyle olmadı tabi. Bozkırda Deniz Kabuğu’nun film aşamasına gelmiş olması onun heyecanını katlamıştı. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak bile sönük kalacaktı yanında. Bazı sahneleri o kadar çok anlattı ki, adeta seyrettim. Trenin duruş ve kalkış yerlerini bile işaretlemişti kafasında. Hikâyeyi anlatırken aynı zamanda çekiyordu kafasında. Sanırım o hiç bir şeyi görmeden düşünemiyordu. Görsel bir düşünce yeteneği vardı. Bir hikâyemde gece vakti yatak odasına kuyruksuz bir kedi girdiğinden bahsetmiştim. “Eyvah kuyruğunu nasıl keseceğiz?” demiş ve hep birlikte şaşırmış, gülmüştük. “Yahu sen okurken ben onu kafamda çekiyorum, kuyruğunu nasıl keserim bir kedinin, diye düşünüyorum.” demişti. Rüzgârlı bir tepede köpeğinin üstüne bir bardak su döken delikanlıyı okuyunca da gözleri parlamış ve o sahneyi aynen yaşar gibi yeniden kamera açısına kadar tasvir etmişti. Onun yazdıklarını okurken neler hissedebileceğinizi ve aslında sadece Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ile çekip gitmesinin ne denli büyük bir kayıp olduğunu anlamanız için… Hayır, bunlar yetmez. Oğluna çok büyük bir yük bıraktı aslında. Sevgili İdris bu mirası mutlaka bize sunmalı. Film olarak değilse bile mutlaka kitaplaştırılmalı o hikâyeler. Mutlaka kitaplaşmalı ama mutlaka. Lütfen ihmal etme İdris kardeşim. Bozkırda Deniz Kabuğu’nun yönetmen arkadaşları tarafından tamamlanacağını duyduğumda içim burkuldu. Yalan söylemeyeceğim, kıvırmayacağım da. Dobra dobra söyleyeceğim: Olmaz! Elbette film olur, biter, izlenir bile. Ama olmaz. Asla olmaz. Ahmet Ağabey’e haksızlık etmeden o filmi yapamazsınız. Bir şeyi yönetmenin ne olduğunu onda gördüm. O filmin senaryosu hazır belki ama sadece senaryodan ibaret bir film, film değildir. Burada biraz duygusal davrandığımı itiraf etmekle birlikte hangi gerçekliğe vurgu yaptığımı da anlamanızı bekliyorum. Belki de beklemiyorum.
O kadar sık görüşüyorduk ki, artık insanlar bir ünlünün yalakası olduğumu düşünüyorlar diye düşünmekten korka korka gelir oldum zamanla. Bunu ona da söyledim. Ben aptal mıyım, der gibi bakıp gülümsedi. Bilmedikleri şeyler vardı oysa. Dinlemeyi bilmeyenlerin bilmediği ne kadar çok şey varsa o kadar çok bilmedikleri şey vardı. Bir rolü teklif etmişti, ısrarla üzerinde duruyordu, her konuşmamızın içine girer oldu bir vakit. Onun sineması beni ilgilendirmiyordu, bunu ona hiç söyleyemedim. Sadece her seferinde kibarca reddettim. Bir kez olsun senli benli olamadım. Kızar hatta dalga geçerdi, başka biri daha mı var yanımda, derdi “Siz.” hitabını duyduğunda. Onu şiir okurken, hikâye anlatırken, senaryolarındaki karakterlerini seslendirirken dinlemek cezbediyordu beni. Babasını anlatırken gözlerini uzaklara kaçırarak susması, (Her şeye rağmen babasını çok sevdiğini nasıl da zor söylemişti.) annesinin onu elinden tutup masalla tanıştırdığı günleri anlatması, ta çocukluğunda okuduğu bir kitabı tekrar okuma heyecanını paylaşması… Beni bunlar ilgilendiriyordu. Onda kuru gerçekliğin ötesinde sahici bir insan görüyordum. Sahiden onun dostluğu ve edebiyatla sıkı bağıydı beni ilgilendiren. Film çekimlerine başladığı ve etrafında bir sürü insanın olduğu zamanlarda kaybolurdum. Konuşmak için gerekli olan bir insan bir de çay değil midir?
Sanatın, şöhretin afetlerini arardım bazen onda. Evet, bunu da yaptım. Oscar alacağını söylerken bile bunu inançla söylüyordu, biz neden yapamayalım, mantığı ile değil çok basit zaten yaparız, şeklinde söylüyordu. Çok da mühim mi peki Oscar almak? Gülümserdi burada. Kendisine yönelmiş onca bakışa onca ilgiye sırtını dönüp, “Aman, şurada bir sigara içelim.” Der kaçardı, orada hikâyelerini yaşamaya, onlarla konuşmaya başlardı. Lüks bir gala gecesinde az sonra oyuncuların ve film ekibinin çıkacağı sahneye oturup elinde tabağı ile etrafına aldırmadan hikayesinin bir ucunu kurcalıyordu. Etrafında yüze yakın insan ona seslenmeye, ona kendini fark ettirmeye çalışırken, (Hem de bildiğimiz önemli isimler de aralarında vardı.) hatta ceketinden asılırken bazıları o, sigarasının hangi cebinde olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sizce, köyden çıkagelmiş bir adamı bu kadar şöhret ve ilgi alakadar etmediyse sebebi nedir? Aldığı ödül heykelciklerini kapı aralık kalsın diye kapıya dayak yapacak kadar önemsemedi. Onun ödülü ne oldu acaba? Gözlerini devamlı bir hikâyenin ateşiyle yakan şey neydi sizce? Of, of, of, of… diye ellerini ovuşturtan, kalbini hızla çarptıran şey neydi? Çözemedim. Bir şeyi daha çözemedim. Abi ya, abi ya, abi ya, abi ya… Derdi başını öne eğip. (Tıkandım kaldım, tarif edemiyorum. Bir şeye benzetemiyorum, anlam yükleyemiyorum. Bana sadece acı veriyor hatırlamak) Bunu her söylediğinde boğazım düğümlenirdi acaba o ne hissediyordu? Son zamanlarında çokça duymuştum ondan. Belki bana hissettirdiği şey değildir, belki başka bir şeydir. Tasvir edemeyeceğim.
Çok sanatçı tanıdım. Çok sanatçı gördüm. Çok sanatçı okudum. Evet, Ahmet Ağabey de bir sanatçıydı ama ben onda ilahi dokunuşun asli izlerini gördüm. Hakikaten o bir deliydi, babası haklıydı, köylüleri haklıydı, diğerleri haklıydı. Başka türlü onu anlamanıza imkân yoktur zaten. Ya delidir yahut öyle biri yoktur aramızda, hiç olmamıştır.
Etrafında gazeteciler, haberciler falan olurdu çoğunlukla. Meslektaşlarım gibi bir kez olsun onunla röportaj yapmak aklıma gelmedi? Her daim konuştuğunuz birine resmi ağızdan ne soracaksınız? Bir keresinde Sefer Göltekin röportaj düşünmüştü Derkenar için. Soruları hazırladık, o gün sanki başka biriymiş gibi sorduk. Öldüğünde bir şey daha geldi aklıma. Beraber çekilmiş bir fotoğrafımız var mı acaba? Bir tane buldum en nihayetinde. Babam, oğlum ve ben bir resim sergisinde gazeteci bir arkadaşıma poz vermişiz. Çocuğun hemen yanında, bir dizini parlak zemine dayamış, çocuğun boyuna denk vaziyette çökmüş, onun elini tutmuş, yüzüne götürüp yüzünü çocuğun eline dayamış, (Çocuk şaşkınlıktan dudaklarını ısırmış, komik bir bakış çocukta.) biri var: Ahmet ağabey.
Kişisel bir anlatım oldu, bazen kantarın topuzunu kaçırdım, biliyorum. Onu anlatmak beni kuru bir yaprak kadar titrek yapıyor. Hâlbuki üç-dört ay kadar önce konuşmuştuk, seni yazmak istiyorum, demiştim. Kayıt aletini koyacaktım önüne, kendini anlattıracaktım. Biyografi gibi ama kuru bir şey değil, samimi bir şey olsun, dedim. Bunun son konuşmamız olacağını bildiğim için yaptım böyle bir teklifi. Kötüye gidiyordu. Kendime itiraf etmek zor olsa da insan hissediyor. Kabul etmişti, her şeyi konuşacaktık ama sansürsüz. Pervasız biriydi, samimi söylerdi, konuşurdu da çekinmeden. Hemen hemen biliyordum ne konuşacağını neler anlatacağını. Defalarca konuştuğumuz şeylerdi. Başkaları da bilsin isterdim ama olmadı. Bazıları mezar ziyaretinin dua ve sure okumakla ikmal edildiğini sanırlar. Hayır, oturup yine dinliyorum onu. Her gidişimde farklı bir öykü anlatıyor bana. Mekânın cennet olsun Ahmet Ağabey. İki dünyalıyız, şunun şurasında kaç günlük bu dünya? Biz de geliriz, hasbihâl ederiz yine inşallah.
Mustafa Uysal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder