Yazmak eylemi üzerine, yazmadan düşünebileceğim kanısı bende hakim olalı beri rahat değilim. Yazabilen hiç bir insanın da rahat olmadığını zannediyorum. Yazarken düşünmek, iki yönlü bir eylem. Hem yazdığınız şeyi -o şey neyse- düşüneceksiniz hem de yazının, anlama çabasındaki okuyana net olarak ulaşıp ulaşmadığını hesap edeceksiniz. Hesapsız ve maksatsız yola çıkıldığında nerelere varılabileceğini biliyorum. Hesaplı olmak dediğim zaman da öyle, hendesi ilişkilerden bahsetmediğimi kavrayabilenler devam edecek bu yazıyı okumaya.
Hayatın bir yerlerinde duran ve hayata bir şey katmıyor izlenimini veren yazı, masum duruşuyla bir çocuktur henüz. Geçmişte ve günümüzde yazanını ipe götürmesi ile de zalimliği olgunluğa erişmiş bir canavardır. Hayatın bir yerlerinde duruyor, deyişimin de elbette bir anlam ağırlığı var. En azından o, hayatın kenarında değil. Tam ortasında. Tam ortasında bulunan ve fakat etkisi, hayata ancak eciş bücüş şekiller katmaktan ibaret olan yazı, nasıl oluyor da bir mucizeyi kendinde barındırıyor? Nereden bulup da söylediğimiz bile belli olmayan sesleri, alıp şekillere döküyor ve ardından o şekillerle ifadeler kuruyoruz. Mucizelerin öğrenilebilen bir şey olmadığını, hele hele sadece seçilmiş elçilere mahsus olduğunu bilmiyor değilim. Zaten bu işi, yazmak fiilini, icat ettiğimizi de söylemeyeceğim. Yazmak fiilinin öncesini ve verilmiş/ öğretilmiş olmasını kabullenmekten başka çıkar yol da bulamıyorum. Öncesi, Tanrıya ait bir fiil oluşu; bize ulaşması ise yine elçiler vasıtasıyla sözün yazıya geçirilmesi. Bu işleme inanmak, benim için bu mucizeyi ancak anlamlandırmak demek.
Çocukluktan başlayıp, süre giden hayatın içinde insanlar, yazıyı hep kullanıyorlar. Kullanım sahası neresi olursa olsun ve yazılan şey neyi anlatıyor olursa olsun yazı, mucize olma niteliğinden hiç bir şey kaybetmiyor. Sigara paketinin üzerine yazılan politikacı yalanı bile yazı açısından, bir mucizeyi ihata eder.
Bir boşluğu doldurmak açısından yazıya baktığınızda ise yazı, karşınıza ele avuca sığmaz, serserinin teki olarak çıkacaktır. Bir kere doldurduğunuzu düşündüğünüz boşluk, yazının anlam bütünlüğü açısından ele alındığında, hacimler hesabıyla yahut mantık öğretisiyle, ne kadar dolmuştur? Evrene yahut evrendeki herhangi bir kağıda, doldurulması gereken boşluk gözüyle baktığımızda ise karşımıza bir soru daha çıkıyor: O, boşluk -şayet varsa- yazıyla mı kamil olarak dolmuş olacaktır? Ya hiç boşluk yoksa, her şey kemal noktasına ulaşmışsa? O zaman biz yazarların, doldurduğumuzu düşündüğümüz hacimler ne işe yarayacak? Hiçin üzerine hiç ekleyince bir iş yapmış olacak mıyız? Her şey kemalinde yaratılmış ve kemalin tepe noktasından sonra yazı verilmişse? İşte o zaman yazı, bizi tepe taklak götüren felaketten başka nedir?
Önce mucize ardından da felaket olarak andığımız yazıyı niçin bu derece önemsediğimizi izah edemezsek yazmamızın bir anlamı olmayacak mı peki? Olacak, bu öyle bir anlam olacak ki yazmamızı vazgeçilmez kılıp yerine başka bir şey ikame edemez duruma düşürecek bizi. Bu karmaşa hali içinde kim, yazının ve yazanın hangi sorumlulukta ne yazdığını tam olarak kavrayabilecektir bunu da düşünüp tedbirlerini öylece almalıyız. Yazmak fiilinin tek taraflı olmadığı açıktır desem bile buna, kendim bile tam olarak kani değilim. İnsanı bırakın bir tek hayvan gözünün bile ulaşamayacağı bir yere, “Sevgili!” hitabını yazmış olsanız bu eylem, çift taraflı mıdır? Ortada sadece yazan var dersek bile yazanın, aynı zamanda yazdığını okuyan/denetleyen olduğunu kabul ettiğimiz sürece bu karmaşaya da bir anlam veremeyeceğiz. Buradan yani çözümsüzlüğün başladığı yerden konuyu paragraf başına döndürerek diyebiliriz ki, yazı, yazana tabidir ve onun denetleyicisi sadece yazarıdır. Okur açısından düşünmek bile bir rezalet. Okur, neyi niçin yazdığını tahmin bile edemediği bir yazarın yazısındaki gerçekliğe, nasıl nüfuz edebilecektir? Bir aşk romanının kurgusu içinde yaşananlar, hadi diyelim bir bilim kurgu romanın içindeki kurgular, neyin ifadesidir? Şüphesiz, okuruna çok şey kazandırmış olabilir hatta bir devrimi bile tetiklemiş olabilir ama yazı, yazıldığı gibi kalmıştır. Yazının, yazarının içinden çıktığı hali, hiç bir insana ulaşmamıştır. Mucize, burada sekteye uğramış gibi düşünülebilir. Hayır tam tersine, yazının hem mucize hali hem de ele avuca sığmazlığı bütün ihtişamıyla durmaktadır. Küçük bir not kağıdına yazılan, “Domates, biber, havuç.” ibareleri bile bu, ele avuca sığmazlığın delilleri arasında bulunuyor. Delil açıklayıcı olmak kaygısından sıyrılıp devam etmek niyetindeyim.
Bir gazetede, haftada dört gün bir sütunu işgal ediyor olmakla ben, nasıl bir sorumluluğu yürütmekte olduğumu hala tam olarak kavrayabilmiş değilim. Yapmakta olduğum şey, asıl itibariyle bir hiç mesabesinde midir yoksa yapabileceğimin bile fevkinde ve benim layık olmadığım bir iş midir? Kendime seçenekler sunup sonra bunların sınırlayıcılığı ile prensip oluşturan takıntılı tiplerden değilim. İki ihtimalden biri, hiçlik yahut çok şey, arasında bir seçim yapmam gerektiğini düşündüğüm zamanlarda üçüncü bir seçenek daha olabileceğini biliyorum. Daha da ileri giderek bunu dörde beşe hatta sonsuzluğa ulaştırdığım bile oluyor. Sadece yazı için değil, hayatımın bütün evreleri ve seçenek sunan sınırları için bunu uyguladığım zaman rahatlıyorum. Ve böylece bana, niçin “İnsan” denildiğini daha iyi kavrayabiliyorum. Gazetede yazdığım günlerde, yazmanın sarhoşluğu ve yapıp edebilmenin etkenliğiyle günümü heyecana salabiliyorum. Beni rahatsız eden süreç, yazmaya durmaktan ibaret. Yazmak için durduğumda, sorular, seçenekler ve sınırsızlık arasında nerede durduğumu ve o an, ne yapmak üzere olduğumu anlamam gerekiyor. Latif olanla kesif olanın aynı vücutta, nasıl olup da bir ömür sürebildiklerine olan hayranlığımdan sonra geliyor yazı. Demek ki diyorum, mana itibariyle latif ve şekiller itibariyle kesif olan yazı da aynı kağıt üzerinde bulunabilir ve insan boş yere yaratılmadığına göre yazı da boş yere yazılmaz. Bir hiç uğruna yazılıyor olsa bile bir hiçliğe vücut verdiği için yaratıcıdır. Sıfatları sahiplerinden ayırıyor değilim aksine, Tanrının sıfatlarının bile kendini Tanrı yerine koyan şeylere karşı durabileceğini izhar ediyorum.
Çocuklukta yaptığım gibi her şeyi, ortadan ikiye “cart” diye, kesin olarak ayırabilmeyi ne kadar çok isterdim. İyi insan, kötü insan; sıcak gün, soğuk gün; ak, kara. Düşünme yetisini gün gün, istemeden de olsa kazanan insan, artık geriye dönemiyor. On altı yaşında aşık olup yirmi beşinde hala aşık kalmak gibi değil bu. Duyguları ve düşünceleri de birbirinden ayıran net çizgiler yok. Yok ama duygu ve düşüncelerin de kaynaklarının ayrışmaya başladığı anlar var. Yazarken “iyi” diye, tanımladığım bir çok şeyin yazının sonuna varmadan kötüye dönüşme ihtimali de öyle uzak bir ihtimal değil. Yazı, aynı zamanda keşif yolcuğunu da andırıyor. Notlar alarak ve bir takım tablolar çizerek düşünen veya çalışan insanları göz önüne getirin. Orada yaptıkları iş, bir fiili bir düşünceyi tetiklemek yahut daha gün yüzüne çıkmamış bir fikri keşfetmektir. Bir keşfe çıktığımı ve her gün sizin karşınıza bir keşifle geldiğimi söylemek değil muradım. Muradım, bu yazılar arasında sizi alakadar etmeyen yahut hiç etmeyecek olan keşiflerin olması ihtimalidir. Sırf bunun için yazmak ve yazdığımın her zaman önünde durmak istiyorum. Yazdığımın arkasında durarak bir yere varamayacağımı bildikten sonradır ki, keşfimin önü açık olacaktır. Yazdıklarımın arkasında durmamakla düştüğüm durum, yaptığım işe saygımı yitirmek yahut yazdıklarımı inkar etmek olmayacaktır. Bu noktadan bakarak meseleyi anlatmam da zor. Yazdıklarımın önünde durarak onların mukavemetlerini sağlamlaştırmak da değil niyetim. Ya nedir? Şudur: Yazdıklarımın, daha yazarken benim gerimde kaldığımı bilememdir beni ilerleten. Siz, yazdıklarımı eleştirebilirsiniz, yakabilirsiniz, yargılayıp mahkum edebilirsiniz ama ben, yazının mürekkebi kurumadan evvel daha ilerde bir yerde sizin yargılarınızdan uzakta olacağım. Kendimle çelişmek adına da olsa bunu yapmaya devam edeceğim çünkü çelişmeyen çöker. Toprak itecek ve bina, oturmakta ısrar edecek ki, evimiz olsun. Ateş yakacak ve su söndürecek ki, hayat devam etsin. Yazacağım ve yazdıklarımdan öteye sıçrayacağım ki, yazmaya devam edebileyim. Yoksa, yeter miktarda ve olduğu gibi anlatabildiğimi/ anlayabildiğimi düşünseydim artık yazmama gerek kalmazdı. Yahut bu düşünceyle yazmaya devam etseydim bile varacağım yer, hep aynı yer olacaktı. Dönüp dolaşıp harf israfında bulunacaktım.
Burada, bu sütunu işgal ediyorsam, sağlam bir sebebi olmalı. Düşündüğünüz gibi değil. Maalesef size verebilecek bir şeyim yok. Verebilecek bir şeyi olan biri gibi mi duruyorum yoksa? Gözlük alınız yahut gözlük numaranızı değiştiriniz. Kendime bile bir faydam olmayacağı zehabına kapıldığım günleri özlemle anan ben, ancak Tanrıdan bekliyorum. Kendime bile faydam olmayacağını ancak zehap (sanı), diye nitelendirebilecek kadar da gafletteyim üstelik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder