http://www.edebya.com/p/kitaplarm.html |
Mustafa Uysal
Ayakkabımda kum vardı, zannederim, çorabımın olmadığını biliyorum ama. Tahta basamaklardan ve kalaslardan yapılma tırabzanlardan geçerek varırdım kapıya. Kapı açılırdı ve odalar dolusu koku sarardı etrafımı, içimi. Elma ağaçlarının gölgelediği hıyabanlardan geçerek gelirdim buraya. Taze güller ve asma dallarından mürekkep çardakların vazgeçilmez dostu tulumbalardan giderirdim susuzluğumu. Odalar dolusu elmaları ve odalar dolusu elmalarımız vardı. Bostan komşusuyduk onlarla. Bağ kazımından kalma çay borçlarımız olurdu, bağ bozumlarında bir birimize. Bir de ekmek, bulgur, ayran... Bazen kızıla çalan erik domatesleriyle gelirdi, bazen biz, yeni dökülmüş bir kaç salatalık ve biberle giderdik. Çıplak ayaklarım, çamura belenmiş yahut tepemde sararmış yapraklar olurdu onu gördüğüm zamanlarda. Akşam inince dedem tulumbayı çeker ben, ayakkabılarımın içini ayrı dışını ayrı; ayaklarımı, ellerimi, yüzümü ayrı yıkardım. Buz gibi tulumba suyundan arta kalan, ince kumlarla dolardı toprak kokulu ayakkabılarım. Sonra bostan komşumuz, bostandaki evinde kalır biz, güneşe doğru yürürdük. Yorgun başım, güneşin hülyalı oklarıyla kamaşan gözlerim, elimde çomağım, harfler kazıyarak dönerdim eve.
Odalar dolusu elma ve evin her köşesine sinmiş kokusu. Başımın dönmesi, elma sirkesi... Kirpiklerim inince, önümde yürüyen doymuş inekler görüyorum. Hayra yormuyorum, şerre hiç. Aşka yoruyorum bilinç kaymalarımı. Aşka yorulacak rüyalar görmüyorum lakin rüyasız hakikatleri de anlamlandırmakta zorlanıyorum. Elma dolu evlerin kokusunu hatırlayınca esrik, domates çimlerinin baygın rayihalarını anınca, derviş hissediyorum kendimi. Gözlerimi kapıyor, başımı kavak ağaçlarının sonbahar ritimlerine uyduruyorum. Sağa, sola; sola, sağa... Kekikli patikalardan geçerek, kavak ritimleriyle, çam uğultulu zikrimi eda ediyorum.
Bu rüyasız esriklik, bu hakikatsiz hayallerle ben, ancak bir dervişim. İskandinav tipi koltuğunda, televizyonu, radyosu, “cd player”i, cep telefonu, buzdolabı, dijital bir işi ve benzinli arabasıyla ben, asrın dervişiyim. Bütün bu imkânları atlayıp, yaptığım en güzel iş, elma kokulu evleri, buharı üstünde toprakları zikretmek.
Güneş ağarmaya başladığında, çatlamış topraklarda azala azala tarlaya ulaşan suları kovalıyor olurdum. Elimde kürek -nasıl kullanırdım acep?-, yürürdüm ark boylarında. Sıvanmış paçalarımı fırsat bilen dikenler, ayak bileklerimi çizerdi. Sonra, bir koşu suyu geçer, uzak bir ağaç altına uzanır, ayaklarımı arka sokar, su gelene kadar uyur gibi yapardım. Su gelince, köpüğünü getirir önce, sonra arkı doldurur, ayakkabılarımdan içeriye süzülür ılık ılık. “Geldim.” der, nazenin, uslu, şırıl şırıl.
Şayet başım dönüyorsa hâlâ, harman yerinde karıncaları seyre dönerim. Yağmur önü, karınca katarlarının seyrindeyimdir, gözüm kapalıysa hâlâ. Ve koltuğumdan kalkmadan uyuya kalmışsam o gün, onun hayaline dalmışımdır. Kapkara önlüğünün ceplerine, muşmula doldururdu öğle paydoslarından sonra. Olgun, kahverengi muşmula lekeleri olurdu rüzgârla uçuşan önlüğünde. Seksek oynayan kızlardan önce, ben toplardım dökülen muşmulaları. Saçlarının örgüsüne sinmiş gibi gelirdi o koku, evlerinin elma kokusunu onda da duyardım çünkü.
Zihnimin odalarını dolduran bu kokularla yaşıyorum. Modern zamanlar dervişi ben, tezgahtan aldığım elmalarda aynı kokuyu hissetmiyorum. Lüks kurnalarda yıkadığım ellerimi, yeterince temiz bulmuyorum. Ve yürürken günbatımlarında, içimden onun adını yazmak gelmiyor asfaltlara.
Gözlerimi ovuyor, lavaboda aynaya bakıyor, kravatımı düzeltiyor, zihnimi şimdiki zamana kurup masama dönüyorum. Öğle paydosundan dönen arkadaşlarla, “Tünaydın.”laşıyorum. Karşı masadan kürdan artıkları düşüyor çöp sepetine. Çekmecelerin sesleri, uğultular halinde yansıyor içimin mahzenlerine. Klavye tıkırtıları, kâğıt hışırtıları, devinen kumaşların gürültüsü takılıyor sağır ruhuma. Elim telefona gitmemiş daha, bir çay isteyeceğim çay ocağından. Kesme şekerlerden birini çekmeceye, birini bardağa atıp, metal ve cam akislerini dinleyeceğim şef rahatsız olana kadar. Bir yudum alacağım sonra. Dilimde, önceki zamanlardan bir şiir gibi kalacak tadı. Yunus’u anacağım hemen ardından, “Yunus şimdi avunur/ Dostu gördü, sevünür/ Erenler mahfilinde/ Aşka cümbüş eyledi.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder