öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2016

MİNİ HİKAYE (Kızlar)

MİNİ HİKAYE (Kızlar)
M.Uysal
14 yaşındaki Selin aynada son kez başörtüsünü düzeltip telefonuyla kız arkadaşı Fidan'ı aradı ve belirledikleri yerde buluştular. İki üç dakika sonra sokağın başında iki motosiklet belirdi. Gelen oğlanlar da kızlardan biraz büyük olmalıydılar. Yani 15-17 yaş aralığı. Kızlar tokalaştıkları ve sarıldıkları oğlanlarla ayaküstü lafladılar ve aralarında rota tayin edip motosikletlere birer birer atlayıp yola koyuldular.

Fidan uçuşan başörtüsünü sıkıca toparladı ve dışarı taşan saçlarını sağlamca düzeltti. Sonra sıkıca oğlanın beline sarılıp yanağına bir öpücük kondurdu. Motosikletler yan yana gidiyordu. Sokaklarda turladılar. Kimi zaman hızlı kimi zaman yavaş, sokaklarda epey dolaştılar. 

Motosikletler hızlanınca kızların kalbi çarpıyor ve daha sıkı sarılıyorlardı önündeki sürücüye. Selin'nin başörtüsü rüzgardan iyice dağılmıştı. Motosiklet durdu ve kız indi. Örtüsünü düzeltti, oğlan güzelliği ortaya çıkan yanağına bir öpücük kondurdu. Kız hemen motora atladı, yola devam ettiler. İkindi serinliğinde Akşemseddin Caddesini usulca geçtiler, batan güneşe doğru keyfile yol aldılar. Sonra kızlar selfie yaptı ve bunu sosyal medyada paylaştılar. 

Yazar bütün bunları gördü gökyüzünden ve o da aynı şekilde hikaye olarak yazdı. Sosyal medyada paylaştı. 

Bu hikayeyi okuyan adamlardan birisi altına şu yorumu yazdı: "Kızlarınızı başı boş böyle sokağa salacaksanız Allah rızası için başörtüsü takmasınlar. Kızlarınıza yalvarın o başörtüsüyle çıkmasınlar dışarı. Evde taksınlar sadece."
Yazara bildirim geldi. Yorumu gördü. "Eyvah!", dedi, "Bak gördün mü böyle hikayeler yanlış şeylere yol açıyor. Bari sileyim, böyle şeylere burnumu sokmak iyi değil." Sonra silmekten vaz geçti. Nihayetinde bir hikayeydi bu anlatılan...

27 Şubat 2016

MİNİ HİKAYE
M.Uysal
Ahmet daha okula başlamamıştı ama Kur'an okumayı yenice öğrenmişti. (Demek hızlı öğreniliyor.) Yeni bir Kur'an aldılar Ahmet'e. Güzel bir bez çanta yapıp içine koydular. Hoca bir yandan, evdekiler bir yandan sürekli uyarıyorlardı Ahmet'i: "Abdestsiz dokunma (6 yaş), belinden aşağı tutma, sakın düşürme, yere koyma, öyle tutma, yaprağını kıvırma, üstüne yazma, elindeyken koşma, üstünden atlama, aman düşürme...
Ahmet şöyle düşündü: Kur'an korkunç bir şey, niye aldılar ki bunu bana? Sanırım Allah çok kızıyordu ve kızan herkes cezalandırırdı, bunu biliyordu çocuk tecrübesiyle.
Ahmet ne yaptı biliyor musunuz?
Böyle büyük bir riskle uğraşmaktansa yüksek bir yere bırakıp bir daha ardına bakmadı.

MİNİ HİKAYE - Ekmek ve Babalar

MİNİ HİKAYE
Mustafa Uysal
Genç bir adam ekmek almak için madene gitti. Yerin yüzlerce metre altında çalıştı. Pek çok genç adam yerin altından ekmek çıkardı. Kimisi emekli oldu, kimi taşın altında kaldı, kimi duman oldu, kimi raylara sıkıştı, kimi toprağa karıştı, kimi gazdan zehirlendi...
Geriye kalanlar yine yerin altından ekmek çıkarmaya devam ettiler. Hatta bu sabah yine genç adamlar yerin altına ekmek almaya gittiler. Çocuklar hem babalarını çok sevdiler hem de ekmeği. Ekmeği kim sevmez? Geriye kalan iki küçük kıza soruldu: Ekmek mi baba mı? Kızlar önce babalarını istediler sonra acıktılar ve ekmeği de istediler. Ekmek hep babaların borcu oldu.
Kimi yerin altında ekmeğini alırken öldü kimi yerin üstünde ararken ekmeğini kurşunlara ve bombalara kaptırdı babalığını ve ekmeğini.
Hayat böyle...
Babalar ve ekmekler her zaman beraber bulunmuyor.
Kudret de gitti, kalanlara selam olsun.

14 Ağustos 2015

Fenerbahçe Aleviliği

Mustafa Uysal
Maçtan hemen sonra iyi bir çay içebilmek için güzel bahçeli bir çayevine gittik arkadaşımla. Oldukça üzgündü yenilgi dolayısıyla. Uzun zamandır görüşmüyorduk ve ben onu ziyarete gitmiştim. Çok uzun zamandır görüşmediğim başka bir şehirden ziyaretine gittiğim arkadaşım, Galatasaray’ın derbi maçı dolayısıyla beni maç yayını olan bir kahvehanede karşıladı. Çok samimi ve sıcak karşıladı, sarıldık kucaklaştık. Gözleri bir yandan ekrana kayarken konuştuk, dertleştik. Çok sevindi geldiğime, sahiden ama. Bakmayın gözlerini maçtan alamadığına. Takımını çok seviyor hatta bu uğurda o kadar çok şey feda etmiş ki, duysanız şaşırırsınız. Öğrenciyken de böyleydi.
Güllerle dolu bahçeye geçtik ve arkadaşım iki çay söyledi.
Hayattan, işlerden, çocuklardan, siyasetten falan ne varsa konuştuk ama söz bir türlü futbola gelmedi. Ben de ısrarcı olmadım zaten. Bütün sözler bitip de altı yedi bardak çayı da içtikten sonra söz de tükenmeye başlıyor araya bazen sessizlik giriyordu. Aradığım fırsat yavaştan görünüyordu yani. Sözü futbola getirip biraz kızdırmak istiyordum. Nihayet sordum:

11 Ağustos 2015

ULTRA MİNİ ÖYKÜ

ULTRA MİNİ ÖYKÜ
Her gün, Tavşanlı kahvehanelerinde; çok muteber islam alimleri, dünya siyasetine yön veren büyük siyaset adamları ve geçmişte nice kupalar almış futbol dehaları ile çay içen biri olarak (Onlar anlatıyor ben çay içip dinliyorum.) artık ev dışında kitap okumamaya karar verdim. Hayır, okuduğum kitapların yazarları bu adamlardan daha iyi değil. Zaten o kadar güzel esir alıyorlar ki muhabbetleriyle, okumaya fırsat olmuyor. Yine de hepsine duacıyım. Daha tenha yerler arayışındayım zira, her şeyi bilen insanların arasında kalmak beni yoruyor. Bilimsel paradigmaları bir çırpıda yıkan bilim insanları bile var aralarında. Bu durumda daha tenha yerlerde bulunmam ruh sağlığım için gayet iyi bir şey olacaktır. Ne demişler: Tebdil-i mekanda ferahlık vardır.
(Dikkat: Kibir, ironi, sitem, feryat, eziklik gibi ana temaları bulunan bir metindir.)


27 Ekim 2013

ELMA KOKULU EV

http://www.edebya.com/p/kitaplarm.html
ELMA KOKULU EV
Mustafa Uysal
Ayakkabımda kum vardı, zannederim, çorabımın olmadığını biliyorum ama. Tahta basamaklardan ve kalaslardan yapılma tırabzanlardan geçerek varırdım kapıya. Kapı açılırdı ve odalar dolusu koku sarardı etrafımı, içimi. Elma ağaçlarının gölgelediği hıyabanlardan geçerek gelirdim buraya. Taze güller ve asma dallarından mürekkep çardakların vazgeçilmez dostu tulumbalardan giderirdim susuzluğumu. Odalar dolusu elmaları ve odalar dolusu elmalarımız vardı. Bostan komşusuyduk onlarla. Bağ kazımından kalma çay borçlarımız olurdu, bağ bozumlarında bir birimize. Bir de ekmek, bulgur, ayran... Bazen kızıla çalan erik domatesleriyle gelirdi, bazen biz, yeni dökülmüş bir kaç salatalık ve biberle giderdik. Çıplak ayaklarım, çamura belenmiş yahut tepemde sararmış yapraklar olurdu onu gördüğüm zamanlarda. Akşam inince dedem tulumbayı çeker ben, ayakkabılarımın içini ayrı dışını ayrı; ayaklarımı, ellerimi, yüzümü ayrı yıkardım. Buz gibi tulumba suyundan arta kalan, ince kumlarla dolardı toprak

04 Temmuz 2013

SESSİZ HAYAT OYUNU


SESSİZ HAYAT OYUNU

Donup kaldılar,
Konuşmadılar,
Konuşacak bir sözcük bulamadılar,
Sustular,
Orada öylece duruyorlar,
Adeta taşlaşmış gibi…
Bir kez bile gözlerini kırpmadılar,
Uzun uzun bakıştılar...

16 Haziran 2013

SAHNE-1



Perdeler açıldı…
Önce Acemi şair çıktı sahneye,
Ardından rol arkadaşı Nazlı Prenses…
Acemi şair şöyle bir dolandı sahneyi,
Nazlı Prenses birkaç adım geri çekildi…
Şair Nazlı Prensesin gözlerine baktı;
Ve bir mısra yazdı sözleriyle oracıkta…
Yok yok bir değil bin mısra…
Uzattı teker teker Nazlı prensese…
Şair “Seviyorum” deyince;
Nazlı Prenses “Arkadaşız” dedi…
Şair “Sevgilim ol” deyince;
Nazlı Prenses “İhtiyacım yok” dedi…
Şair “Sev beni ne olur!” deyince;
Nazlı Prenses “Böyle şeylerden hoşlanmam” dedi…
İşte tam o anda
Bir sessizlik oldu sahnede,
Arkadan suflörün sesi duyuldu…
Rejisör oyunları karıştırmıştı…
Senarist yanlış roller yazmıştı…
Ya da suflör yanlış okudu…
Nazlı Prenses Suflöre güvendi;
Verdi veriştirdi…
Şair ne dediyse olmadı…
Sonunda Nazlı Prenses “İstemeden oldu” deyiverdi…
Şair tek kelime etmedi…
Nihayet meçhul prens gördü seyirci…
Hak verdi Nazlı Prenses’e…
Şair boynu bükük terk ederken sahneyi,
Perdeler kapandı…
Oyun bitti…
... 

Osman Said DEMİRYILMAZ  

05 Eylül 2012

BEKLEYEN RAMAZAN

BEKLEYEN RAMAZAN
Osman Said DEMİRYILMAZ
Dışarıda davul çalmıyordu, onun yerine lojmanın demir kapısı vuruluyordu. Güm güm güm! “Allah, Allah! Kim acaba bu saatte?” diye geçirerek içinden, kalktı genç öğretmen. Açınca kapıyı, karşılaştığı o patlak patlak bakan o iri gözler önce onu hayrete düşürmüş, ta ki “hoca, sahur vaktidir” sözleriyle fark etmişti elindeki örme peyniri… Ayıldı, kendi içinde bir kez daha… “Sağol” diyebildi sadece! “Eyvallah, afiyet ola” deyip gitti uzun boylu, iri yarı adam. Kapıyı kapatıp içeri girerken fark etti bu adamı nereden tanıdığını; önceki gün beraber geldikleri arabada yanında oturan adamlardan biriydi. İçeri girince bir peynire baktı bir de sadece yerde bir karton serili olan bomboş odaya. Şu işe bakın ki Ramazan ile beraber başlamıştı göreve, “ilk sahuru nasıl yaparım?” diye düşünürken, bir kalıp peynir gelmişti işte, bir de ekmek olaydı. Peynirden biraz yedikten sonra ezanı duydu. Ardından da köpeklerin

06 Ağustos 2012

LOJMAN

LOJMAN
Osman Said DEMİRYILMAZ
O gün, hiç bilmediği bir yerde, hiç bilmediği bir yere gidebilmek için çabalıyordu. Harita ve elinde, atandığı yere ait bilgilere bakıyor ve etrafında gördüğü insanlara o köyü soruyordu. Ama aynı ilçede olmasına rağmen oradakiler bu köyün varlığından bile haberdar değilmiş gibi davranıyorlardı. Düşündü kendince. Neden bu insanlar bu köyün varlığından söz etmek istemez ki; diye içinden geçirirken yanında belirdi Hızır gibi bir adam… “Sen Dırıni’yi ariyirsen?” diye soruyordu kendisine! Yok amca bey Dırıni değil diyecek oldu, eliyle birini gösterince vazgeçti. “Tee ahanda o köyün mıhtarıdır” deyince gidip ona sordu köyü. “Ooo demek siye Y……. Köyünü ariyirseniz ha” deyip bir kahkaha patlattı. “Bi de muallimsen ha” bir kahkaha daha… durdu durdu “Kusura kalmayasın bizim köye uzun zamandır muallim uğramiyir de.” Bindiler muhtarın arabasına Dırıni’ye yol aldılar. Meğerse Dırıni yöresel adıymış bu köyün, buralarda köylerin bir resmi,

06 Şubat 2012

KEREM VE DOLPÇİK SULAR ALTINDAKİ ÜLKEDE

KEREM VE DOLPÇİK SULAR ALTINDAKİ ÜLKEDE
04.02.12
Enes Sadi
Kerem o sabah çok huysuzdu. Çünkü annesi, arkadaşı Dolpçik’in bu gece onlarda kalmasına izin vermemişti. Sabah kalkar kalkmaz işlerini gördü ve arkadaşının yanına gitti. Onu Keçi Deresinin başında balık tutarken gördü ve yanına gitti. Bugün o da aynı sebepten dolayı üzgündü. Birbirlerini görünce bayağı sevindiler. Dolpçik ona da bir olta buldu ve beraber balık tutmaya başladılar.

Kerem’in oltasına bir şey takılmıştı. Çektiler ve baktılar ucunda bir balıktan çok daha farklı bir şey vardı. Dikkatlice baktılar ve onun da balıklar gibi yüzgeçleri olduğunu gördüler. Fakat bu isimsiz yaratık konuşuyordu. Onlara ismini söyledi ismi Karadan idi. Karadan kendinin sular altında bir dünyası olduğunu ve neredeyse bu dünyanın iki-üç katı büyüklüğünde olduğunu söyledi. Kerem ve Dolpçik’in gözleri parlamıştı. Şu su altı dünyasını acayip

17 Nisan 2011

VER PARAMI

VER PARAMI

“En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim, hiç lafı dolandırmaya gerek yok.”
Bu tutumunun neye mal olacağını hesap edemedi. Karşısında kısa boylu, kel, yanık yüzlü, kılığı bozuk biri olması neyi değiştirirdi ki?
“En son söyleyeceğin şeyin bu olacağını nasıl biliyorsun?”
Tabi, mantık adamı doğrular. Mantığın alanını pek iplemeyen iri yarı, düzgün kılıklı, yeni tıraşlı adamın cevabını pek merak ettim doğrusu.
“Neyi en son söyleyeceğimi nereden biliyorum?”
Bana sorarsanız kırmızı yüzlü, kalantor adamımızın sorusunu toparlaması lazım. Aynı zamanda kafasını da zira, kafası karıştı. Gözünden başka parlak yeri olmayan adamımız soruyu anlıyor aslında. Anlaşılmayacak yeri var mı?
“En baştan söylediklerine bakarsak, en son söyleyeceklerini söylemiş bulunuyorsun. Konuşma burada

10 Şubat 2011

KUŞUN ÖLÜMÜ

04.01.03 Elma Kokulu Ev kitabından bir öykü.

KUŞUN ÖLÜMÜ
O gün, ava gitmek üzere önceden sözleşmiştik. Arkadaşım, kardeşim ve ben. Sonbaharın kışa ulandığı bir gündü. Hava ılıktı ve gayet tatlı bir güneş vardı. Hazırlıklarımızı yapıp yola çıktığımızda vakit öğleye doğruydu. Niyetimiz av değildi ve zaten sadece bende bir çifte kırma vardı. Demir köprüden geçip raylar boyunca ilerlemeye başladık. Şehirden uzaklaştıkça bizi sonbaharın son sarıları karşılıyordu. Etraf daha sessizdi, ne kuşların sesi ne de şehrin gürültüsü vardı. Hışırdayan kuru otları saymazsak, üçümüzün konuşmalarından başka bir ses yoktu kırlarda.

Böylece, tren yolu boyunca epey yürüdük. Yanıma ancak yedi fişek almıştım. Biri kardeşimin kullanması için biri arkadaşımın ve kalanlar da benim içindi. Biz ancak kafa dinlemek için buradaydık. Fişeklerle de belki atış talimi yapacaktık. Tepecik Beldesi yakınlarına vardığımızda yorulduğumuzu ve acıktığımızı hissedip bir ağaç dibine oturduk. Ekmeğimizi yiyip suyumuzu içtikten sonra kalkıp atış denemelerine başladık. Hedef olarak su içtiğimiz pet şişe çok uygundu. Pet şişeyi tarlanın ortasına diktik. Önce kardeşim ateş etti. Şişe delik deşik olmuş vaziyette uçup gitti. Sonra pet şişeye toprak doldurduk. Arkadaşım ateş ettiğinde şişeden toprak akıyordu. Ben hakkımı burada kullanmamaya karar verdim. Belki bir kuş ya da başka bir av çıkar diye düşünüyordum.

07 Ekim 2010

YEDEK PARÇA

YEDEK PARÇA
Küçük bir yer. Kâmil bey saat tamir ediyor. Cılız tik takları duyulan bir saat duruyor masasında. O, çekmecelerde telaşla küçük parçaları karıştırıyor. Cam küllükte filtresiz, dolgun bir sigara tütüyor. Gözlüğü burnuna kayıyor Kâmil beyin. Ufak yayları, minnacık çarkları elinde döndürüp yine minicik çekmecelerdeki yerine bırakıyor. Küçük ve yüksek tavanlı dükkanda her nevi tıkırtının arasında masasındaki cılız tik takları dinliyor Kâmil bey. Acele etmezse sanki duruverecek saatin kalbi. Telaşı arttıkça saatin sesine uzatıyor kulağını. Kulağı hep masanın üstünde. Duvardaki cüsseli saatlerin, vitrinler içindeki masa saatlerinin, bir çok kol saatinin tıkırtısı arasında zayıflamış olan saatin sesine ayarlıyor kulaklarını. Masasındaki kol saati durmak üzere. Sanki durursa bir daha çalışmayacak, telaşı artıyor Kâmil beyin.
Dükkanın kapısı açılıyor, içeri soğuk giriyor ve sıcağa karışıyor hemen. Kâmil beyin burnunda ter damlaları birikiyor. Tezgâhın önünde kibar, genç bir hanım dikiliyor.

12 Ocak 2010

SOKAK KOROSU (Değirmencinin Kızı)

SOKAK KOROSU (Değirmencinin Kızı)
Akşam iner
İner perdeler
Akşamüstü ölme sakın!
Öldüğün görmezler.
Ali Semerci
Gürültü...
Yürüyebilmek için cebimde para olmaması lazım geldiğini düşünürdüm. Etrafımda bunca insan varken mutlu olabileceğimi de düşünürdüm. Yüzlerce aracın zihnimin yansımasına kurban gitmeleri de hoş. Buradan bakınca tepeler ne güzel görünüyor. Tepelerden bakılınca “Burayı” görüp görmediğimi bilemem. Bu şehri tam olarak bilmiyorum. Herkes gibiyim kaldırımlar üstünde. Herkes ben gibi değil tabi. Bunu onlar biliyorlar. Dahası hiç kimse hiç kimse gibi değil. Bu kaldırım üstündeyken, yürüyorken ya da bir şeyleri bekliyorken aynıyız aslında. Çınarın üstünden bakan bir kuş nasıl görüyor beni? Beni mi görüyor yoksa bizi mi? Biz bir gürültüden ibaretiz.
Caddeden yüzlerce araba akıyor, seyyar satıcılar bağırıyor, martılar çığlık çığlığa, deniz kımıldanıyor, rüzgar olmadık şeylere sürtünerek geçiyor, topuklarımız takırdıyor, kornalar yolu takip ederek dağılıyor, pantolonlar etekler hışırdıyor, telefonlar çalıyor, ezan okunuyor, insanlar aralarında konuşuyorlar, yerde bir poşet... Sağır olmaya imkan yok bu şehirde.

09 Haziran 2009

MEMUR HATTI

-Allo!

-Memur hattı mı?

-Evet, efendim buyurun.

-Siz memur musunuz?

-Efendim?

-Siz, memur musunuz? Diyorum.

-Evet, hayır... Ama ama burayı arayabilmek için siz memur olmalısınız, değil mi?

-Ben memurum ve derdimi anlatmak için kurulan bu hattın başında bir memur mu var bilmek istiyorum... dııttt.

-Allo!

-Memur hattı mı efendim?

-Evet, buyurun sizi dinliyorum!

-Şahsımı dinlemek lütfunda bulunduğunuz için bizatihi muhabbetlerimi sunarım, hanım kızım. Dün ceridede kıraat itdim böyle bir hattın tesis edildiğini. Size bir şey sual etmek arzusundayım.

-Elbette beyefendi, onun için buradayız.

-Ah, kalb-i derunumu meserretle cuşa getirdiniz.

-Efendim, anlamadım?

-Sualimi tevcih etmeme müsaade buyurunuz.

-Sizi izinler ve tahsisler dairesine bağlamamı ister misiniz?

-Hayır, serv-i revanım, ben bizatihi size tevcih edeceğim sualimi.

-Amca ne diyorsunuz, anlamıyorum. Burası, alo memur hattı. Memur değilseniz lütfen rahatsız etmeyin.

-Bir zamanlar ben dahi memur ve mes’ul idim. Hem de ne ile efendim, hem de ne ile? Cumhur reisi kâtipliği yapıyordum, âcizane. Elimden çok önemli vesikalar geçmiştir nitekim.

-Bey amca dalga mı geçiyorsunuz?

-Çok müteessir oldum, hanım kızım. Benim sînimde birine edilecek lakırdı mıdır imdi bu?

-Değildir belki ama oha falan oldum yani, sizinle hiç anlaşamıyoruz. Hangi devirde memurluk ediyordunuz?

-Reis-i cumhur kimdi, diye sual ediyor olmalısınız?

-Evet, kaçıncı milenyum yani?

-Yok, efendim asır geçmedi, hele bin yıl hiç geçmedi üzerinden.

-Ha, siz beni anlıyorsunuz yani.

-Efendim maruzatımı arz edeyim, dinlemek lütfunda bulunun, istirham ederim. Dün, haberi ceridede kıraat itdiğimi deyivermiştim, bundan gayri olarak haberin muhteviyatını pek tafsilatlı bulmadığımı söylemeliyim, efendim benim tilefon kullanmam pek mümkîn olmuyor. Acaba diyorum, bundan sonraki maruzatlarımı name ile ulaştırsam olur mu?

-Ama burası... Beyefendi, mektup yanıtlamak gibi bir görev verilmedi bize. Bir de onu çıkarmayın başımıza. Zaten akşama kadar bir sürü ıvır zıvır şeyle uğraşıyorum. Boşanmak isteyen bana soruyor, maaşı yetmeyen bana dert yanıyor, psikolojik sıkıntısı olan bana, terfi ettirilmeyen bana, tayin isteyen bana, torpil arayan bana, dişi ağrıyan bana, müdürüne kızan, astını sürdürmek isteyen bana, kanun soran bana... Herkes bir şeyler soruyor. Bir de siz mektup işini sararsanız başıma altından nasıl kalkarım, beybaba?

-Sizin bu denli müşkül durumda olduğunuzu bilse idim hiç böyle bir şey teklif eder mi idim, hanımefendi? Ah, beni bağışlayın, ah beni ömrünüzün sonuna dek bağışlayın. Bir daha böyle yapmam! Bu arada zevcemin de hususen selamları var. Kendinize iyi bakınız.

Dııttt.

-Allo!

-Kpss’de nasıl sorular çıkar abla?

-Ablan kurban olsun sana, bilsem söylemez miyim? Haydi, haydi memur ol da gel, kış kış!


11 Mayıs 2009

YANIYOR!

YANIYOR!

Yanıyor, yanıyor, cayır cayır yanıyor!

Haydi, yanıyor, dumanı beleşe seyredin, yanıyor!

Alevi gökleri tutuyor, yanıyor, yanıyor!

Akşamın kızıllığında yer gök yanıyor, yanıyor!

Ah, yangın olur biz yangına gideriz! Yok mu temaşaya yetişen, yanıyor, yanıyor!

Dumanı gökleri tutmuş, vadilere sinmiş, evlerin açık pencerelerinden genizlere dolmuş bir yangın var tepelerde. Mehmet Ali, diyor ki, “Orağı atan, orağı atan, orağı atan! Oraklarını attılar, koştular! Koştular, koştular...” sonra Mehmet Ali kocaman gülüyor, gülüyor, karnını tutuyor, ağzından salyalar akıyor, yanık yüzlü, kavruk yüzlü Mehmet Ali, “Allah belanızı versin, orağını atan...” diyor, gülüyor. Ağız dolusu sövüyor Mehmet Ali. “Sövme, sövme!” diye azarlıyor akşamın karanlığına sığınan köylü kızı. Kızıl alevler tarlaların başında görünüyor, ihtiyar kadınlar dizlerini dövüyor, dizlerini dövüyor, dizlerini... en çok dizlerine vuruyorlar. Gözlerinin yaşını geçen itfaiyelere akıtıyorlar, “Yetiş!” diyorlar, “Yetiş! Bir buğdayımız var bizim, yetiş kurbanın olayım, yetiş!” sonra yine dizlerini dövüyorlar. Ekmek, yoğurt, zeytin, soğan taşıyorlar yoldan geçenlere, bir de “Yetiş!” diyorlar, “Ah, buğdaylar var yetiş!” Mehmet Ali, kızıllığı raks eden ufuklara bakıyor, “Aha! Aha! Valla yanıyor!” diye, bağırıyor. “Komutan” diyor, sonra, “Komutan, sönüyor mu?” “Söner, Mehmet Ali, söner.” Diyor, jandarma komutanı. Kulağı telsizde, gözü tepelerde. “Rüzgâr tavsadı, rüzgâr tavsadı.” Diyor kendi kendine.

Eli kundaklı gelinler, kırmızı, yanıp sönen arabaların tozuna karışıyorlar. Köpekler şaşkın, koyunlar şaşkın, inekler şaşkın... bu, bu yanık kokusu hayra alamet değil. Traktörler, tepelere tırmanıyorlar, kepçeler, cipler, otomobiller... Mustafa, “Ağabey, bu da gitmek istiyor, itfaiye arabalarıyla. Ağabey kaybolur oralarda!” diyor, Mehmet Ali’yi göstererek. Mehmet Ali, şaşkın. Mustafa ağlamaklı, bir tepelere bakıyor, bir yanıp sönen kırmızı lambalara. Kavaklar yatıp kalkıp yalvarıyorlar alevin dilleri yalamasın köyü, diye. Onlar sallandıkça tepeler kızıla boyanıyor, gökler kızıla, yer kızıla, kadınların yüzü kızıla boyanıyor. İhtiyarlar bastonlarını toprağın bağrına vuruyorlar bilmeden. Kalın gözlüklerini siliyor Veli amca, “Kız, evden ekmek getirin!” diye, bağırıyor dövünen kadınlara.

“Hüseyin nerede kaldı, kız Fadime?”

“Ana! Ana! Bizim adam da yangının içine girmiş, ana!”

“Kız, eşeği tarlada mı koydunuz?”

“Sevabı bol bu işin, sevabı bol, yoğurt getirin, görevlilere götüreceğiz?”

“Ah, oğlum sönüyor mu, tarlalar barut şimdi, ah oğlum tarlalar barut!”

“Yenge, sizin ağalar gitti mi hep?”

“Orağı atan gitti, orağı atan gitti!”

“Ha! Ha! Ha! Orağı atan gitti, orağı atan, orağı atıverdiler, orağı...”

Köyün içinden toz, duman, yanık kokusu, keskin iniltiler, sirenler geçiyor. Tepelere tırmanıyorlar hemen, hemen tepelere tırmanıyorlar. Tepelere tırmanıyorlar, yarış ediyorlar, alevler tepelere abandıkça onlar da abanıyorlar tepelere. Horozlar ötüyor, kadınların gözleri büyüyor, “Anam, anam, anaaaam!” dizlerini çürütüyorlar. Çocuklar, eteklerinden tuttukları kadınlardan korkuyorlar, alevlere bakıp ağlıyorlar. Toz, çamur oluyor yüzlerinde, burunlarını yakan şeyin şu kızıl saçlı devden geldiğini anlıyorlar. Çocukların ağzı açık, gözleri açık, yorgun gözleri kapanacak vakitte, koca bir masalı seyrediyorlar. Tepeleri alan, üstlerine dumanlar savuran canavarın ekinlerini nasıl alacağını anlamıyorlar. Masal bitsin! Masal bitsin!

Tıpır tıpır sesler duyuluyor. Gök, ihtiyarları ve çocukları duydu. İhtiyar bastonunu göğe kaldırıyor, “Ah, büyük Allah’ım! Sen bilirsin Allah’ım!” sonra ne diyecek peki? Bastonunu kaldırıp kaldırıp susuyor. Bulutlara bakıyor. Tıpırtılar çoğalıyor, aniden kesiliyor. Yağıverse, dökülüverse şöyle, gök yarılıverse. Yarılmıyor gök.

Flamalı araçlar geçiyor, itfaiyeler geçiyor, kepçeler geçiyor, traktörler geçiyor, otomobiller geçiyor. Köylüler, kendilerini atıyorlar boş buldukları her araca. Elde tırmık, kürek, kazma, kesim motoru, balta... umut, korku, telaş, merak, dua, dua, en çok dua. “Köye bir inerse, tarlalara bir inerse, yetişin oğlum, yetişin gayri!”

Duman gökleri tutuyor, kızıllıklar azalıyor, gece iniyor dağlara. Gökte oynayan yalabıklara bakıyor çocuklar, evlerin kuytularına gizlenmiş gözler görünüyor. Komutan, “Üzülme nine, tarlalara inmez daha bu yangın.” Diyor, onun da içi ezik. “Ne yangınlar gördük biz.” Diyor, teselli ediyor haber sormaya gelen, dizleri dövülmüş kadınları.

Mehmet Ali, komutana su getiriyor. Askerliğini yapmadığını söylüyor komutana. “Yirmi dört yaşımdayım.” Diyor, gururla. Başı eğiliyor, “Almadılar.” Diyor. Askerlere su taşıyor. Gözlerini tepelere dikip dikip, “Orağı atan koştu, atan koştu, atan!” uzata uzata bağırıyor heceleri. Ağız dolusu sövüyor. Köpekleri kovalıyor. On beşinci kez “Hoş geldiniz.” Diyor, komutana.

 


06 Nisan 2009

FİLM GİBİ

FİLM GİBİ

Seni vurmamam için bir tek sebep söyle!

Evliyim ağabey.

Karını seviyor musun?

Şey, evet, evet! Evet, yani!

Kes, bu kadarı yeter, baştan alıyoruz. Yahu kardeşim, mimikleriniz burada önemli değil. Okuyucu mimiklerinize önem vermez. Ne diye yırtınıyorsunuz? Oyunculuk istemiyorum sizden. Yazdığımı yaşayın, gerisini ben hallederim. Baştan alıyoruz.

Seni vurmamam için sebep söyle ulan!

Evliyim ağabey, çocuklarım var.

Pardon, iki sebep saydı ve ben ulan kelimesini ekledim, bozulacaksa aynen yaşayalım.

Tamam, madem öyle serbest takılalım biraz. Bakalım ne çıkacak. Ciddiyim, böyle devam edin.

Seni vurmamam için bir tek sebep söyle!

Usta, bunun silahı milahı yok ki, hiç inandırıcı olmuyor böyle de.

Gidin şuna bir silah bulun. Varmış gibi yaşasana. Sanki film çekiyoruz. Tamam, ilk repliği geç devam et.

Evliyim ağabey.

Karını seviyor musun?

Evet, şey, yani evet!

Hiç mi kızdığın zaman olmadı?

Oldu tabi de geçici şeyler. Hem beni vurmazsan böyle şeyler yüzünden kızmam bir daha.

Durun bir dakika. Senin elinde bir silah var, daha yukarıdan sorular sormalı değil misin? Ya sen, alnına kurşun yemek üzeresin, bu ne biçim bir yalvarma? Bakın, sahiden böyle olmayacak.

Usta, haksızlık ediyorsun ama. Bize olayın arka planını anlatmadın ki, ben niye bu adam silah dayıyorum, niçin vurmakla tehdit ediyorum, bu adamı tanıyor muyum, olay nerede geçiyor... Hiçbir ayrıntı yok elimizde. Doğrudan olaya soktun bizi.

Ya, demek doğrudan olaya soktum. Dinleyin o zaman: Bu gün Kütahya otobüsüyle dönerken elimdeki kitabı yarı yolda bitiriverdim. Bu yolu yüzlerce defa seyrettiğime göre, geriye bir seçenek kalıyordu: Hikâye taslağı çıkarmak. Düşündüm ki, elimde bir silah olsa ve gidip şoförün kafasına dayasam, şoför eski bir arkadaşım –gerçi zor tanıdık birbirimizi- hani kafayı yemiş gibi yapsam, gerisi nasıl gelir? İşaret parmağımı namlu, başparmağımı da –arkaya yatırarak- horoz yaptım ve önümde oturan ihtiyar çifte doğrulttum. Yanımda oturan ve Yahudi markalarının imitasyonu losyon kullanan beyefendiye çaktırmadan birkaç el ateş ettim. Niyetim kimseyi vurmak değildi gerçekten. O sıra gözlerim fena ağırlaştı, uyumuşum. Yanımdaki kokunun eksildiğini fark ettiğimde hemen gözlerimi açtım. Çift kişilik koltukta yapayalnızdım artık. On altı numaralı koltukta oturan yolcuyu –yani kendimi- düşündüm. Neler yapabilirdi neler. Kafamdan çok şey geçti. Yolun bitmesine pek az kaldığı için hiç birini uygulamaya sokmadım. Böyle olunca da zihnimde izi kalmadı. Kala kala işte o, ilk replik cümlesi kaldı geriye. O cümle birçok öykünün ilk cümlesi olabilir, bunu fark ettiniz mi? Sizi özellikle denedim. Herkesin hayal dünyası farklı, sizden de ilginç fikirler, çok daha ilginç fikirler çıkabilirdi. Boş verin, gerisini ben yazacağım. Şimdi, kısaca özetliyorum, baştan yaşayacaksınız.

Nil nehri kıyısındayız. Senin elinde bir silah var –hangi türden olduğu önemli değil- önünde yatmakta olan mumyaya doğrultmuşsun. Mumya -yani sen- çaresiz gözlerle doğrultulmuş silaha bakıyorsun. Adam seni vuracak ya da vurmayacak, o kadar emin değil, sana bağlı. Başlayın!

Seni vurmamam için bir tek sebep söyle!

Evliyim ağabey.

11 Mayıs 2008

Ben bir zamanlar


BEN BİR ZAMANLAR
“Başlayabiliriz, sanırım.” Dinlemiyor gibiydi. Tepeden tırnağa süzdü beni. “Pantolon olmamış.” Dedi. Onun ısrarıyla bir gömlek, kravat, ceket uydurup giymiştim, kot pantolonum üzerimde kalmıştı. Giyecek doğru dürüst kumaş pantolonumun olmadığını, takım elbisemin ise düğünden bu yana yıpranmış ve çekmiş olduğunu üzülerek belirttim. Bu kez sakal tıraşıma laf edecekti ki, tatilde olduğundan kendisinin de sakal tıraşının gelmiş olduğunu hatırladı ve sustu. Yine de bu durumun içine sindiğini sanmıyorum. Son bir kez etrafıma baktım, pencere kapalıydı gidip açtım. Ufacık bir rüzgâr yoktu dışarıda. İkindiye yaklaşıyorduk, birazdan ılık bir rüzgâr doldururdu perdeyi. Basit bir sandalye bulmuştum kendime. O ise üzerine güzel bir minder monte edilmiş plastik sandalyede oturuyordu ve sandalyesinin kollukları bile vardı. Tatilde olduğunu söylemiştim, yumuşak kumaştan parlak renkte gömleği ve rahat bir keten pantolonla oturuyordu yanımda. Ben terlemeye başlamıştım bile. Soğuk limonatalarımız da geldiğine göre başlayabilirdik.
“Hazırım efendim.” Dedim. “İyi peki, kendini biraz olsun memur gibi hissedebiliyor musun?” diye, sordu. Gömlek, kravat ve ceketle kendimi memur gibi hissetmek arasındaki bağı tam kuramadım ama bu bıktırıcı seremoniden çabuk sıyrılmak için “Evet, bu sıcakta memur olmanın hazzını tadabiliyorum.” Dedim. Bu sözüm, böyle bir etki beklemediğim halde, çok hoşuna gitti. Göbeğini hoplata hoplata epey güldü. “Ya, bu sıcakta neler çekiyoruz anla işte.” Dedi, gülmesi sürüyordu daha. Edeplice gülümsedim, başka ne yapabilirdim ki? “Tamam, neler var elimizde?” Yüzüme o kadar kararlı baktı ki, bir an sahiden kendimi amirimin karşısında hissetim. Neredeyse kekeleyecektim. “Elimizde ne mi var, yani siz bana söyleyecektiniz.” Diyebildim. Şekerlemeden yeni kalktığı için olmalı üzerinde bir uyuşukluk vardı. Kendini sandalyeye iyice yaydı ve başladı. “Madem böyle bir işe başladın, e, ne yapalım çaresiz yardım edeceğiz.” dedi, o, müthiş özgüveni beni sürekli şaşırtıyordu. Sanki ben ona teklif etmiştim “Gel bana danışmanlık yap!” diye. Onun tatiliyle yeğenimin nişanının aynı zamanlara denk gelmesi de benim kabahatim değil. Nişan törenlerinden sonra bir gün daha kalmaya karar verdiler, çok sevdiğim dayımlar. Evet, kendilerini severim, hem o, iyi bir komiserdir. Gerçekten iyidir işinde. Ama her şeyi de bilmese olmaz mı sanki? Komiser dayımın masamın üzerindeki dağınık sayfalara bakmasıyla başladı zaten bu danışmanlık işi. Neler yazdığımı merak eder dururdu. Diğer odadaki kitaplığımı da görünce iyice merak saldı yazdıklarıma. Dosyalardaki taslak isimlerinin hep memurlarla ilgili olduğunu görünce bana, “Evlat, neler yazıyorsun böyle?” diye sordu. Onunla konuşurken kendimi sürekli bir sorgu halinde hissediyorum. Halbuki o benim dayım. İlk yazma serüvenimden de haberi olmuş ve detaylarıyla bakmış sonra da, “Kaç insan tanıyorsun bakalım sen de bir şeyler yazmaya kalkıyorsun?” diye sormuştu. “Bir yerden başlamam gerekiyor, dayı.” Demiştim. O zamanlar yeni yeni yazmaya başlamıştım. Sonra bir tane öykü taslağımı alıp odada bulunan diğer davetlilerin ve akrabaların önünde –hep kalabalık zamanlarda gelir kendisi- sesli olarak okumaya başladı. O konuşunca diğerlerinin, susup saygıyla dinleme hevesi uyanıyor nedense. O gün, nasıl da utanmıştım. Çocukluk aşkım üzerine yazdığım ilk öykülerden biriydi o. Hiçbir yerde de yayınlanmayacaktı. Muzip gülümsemeler çoğaldı. O okudukça bana bakıp, manalı manasız hareketler yapmaya başladılar. “Dayı, lütfen!” diyebildim. Yani nişan töreninden beri yeni öykü taslaklarımla ilgileniyordu dayım. Sonra da, memurlarla ilgili madem bir öykü tasarlıyordum, kendisinin yirmi bir yıl, dört ay, sekiz günlük memurluk deneyimleri ve mesleğinin verdiği ayrıcalıklı konumunu iyi değerlendirmem gerektiğini önerdi. Bunun için tatilinden bir günlük fedakarlık yapabileceğini de ekledi. Bu büyük (!) imkanı tepmem çok ayıp olurdu üstelik o benim misafirimdi. Hayır, demem onu kovmamla aynı anlama çıkacaktı bir yerde. Tuhaf bir duruma düşmüştüm. İyi yönünden bakmaya çalıştım, böyle bir deneyim eğlenceli ve gerçekten bilgilendirici olabilirdi. Öykü yazmak böyle bir şey değildir benim için, bu da farklı bir deneyim olacak. Yani araştırma gerektiren bir şey isteseydim makale yazardım. Belki böylesi daha hoş olurdu. Elimde mini bir daktilo, kütüphane görevlisiyle pipo içip içemeyeceğim üzerine tartışırdım. Bu da bir öykü taslağı aslında. Ah, dayı, komiserim.
Dayım, nereden başlayacağını düşünmeye başladı. Aslında ilk memurluk günlerine döndüğüne eminim. Üniformayı üzerine ilk giydiği ve aynaya ilk baktığı günü hatırlıyor olmalıydı. Yüzündeki tebessüme ve içine düştüğü melankoliye bakılırsa, öyleydi. Kafasını sağ yana eğip tavana bakmaya başladı. İçimden, şimdi görüntü bulanıklaşacak ve siyah beyaz bir şerit akmaya başlayacak, diye geçiriyordum. Başladı anlatmaya:
“Memurluk dediğin öyle basit bir şeydir ki, sen bile yaparsın. Herkes yapar, böyle anla yani. Ancak, kimden alır kime verirsin bir düşünmek lazımdır. Dürüst olmalısın, memursan. Yahu, mecbursun böyle olmaya. Yaptığın işi ancak Allah hakkıyla değerlendirebilir. Başkası havadır. Ona bakacak olursan gerçekten hava alırsın.” Dudaklarını büzdü, yüzünü buruşturdu ve “Bunları boş ver, zaten kimsenin taktığı yok, ben sana esaslı bir anımı anlatayım.” dedi, aniden de gülmeye başladı. Niçin durup durup güldüğünün psikolojik arka planı ile ilgili bir tahminde bulunmam çok zor oluyordu. Keyifle anlatmaya başladı:
“Görev yerlerimden birinde sevimli bir haydut vardı. Canım, haydut dediğim, işte hakkını dibine kadar arayan ve devamlı hır gür çıkaran tiplerden. Bu, bizim haydut gene böyle bir kavgadan sonra...”
O, anlatıp duruyordu. Dinlemenin zor olduğu demlerdi. Sıkı sıkı giyinilecek hava değildi. İzin isteyip ceketimi çıkardım, kravatımı gevşettim. Gözlerimi bir an olsun ondan ayırmıyordum, ama zihnimi ona vermem çok zordu. Bu anıyı yazabilmem imkansız olmuştu neredeyse. Birinin bana, hikaye olsun diye anlattığı şeyler kâğıda dökülemiyor pek. Gülümsenecek yerlerde gülümsüyordum. O, benim dayımdı. Güzel bir anlatışı da vardı ki, dinleyemediğime üzülüyordum. Çocukluğumdaki dayımı aradım hayalimde. Onu, sadece bayramlarda görmüştüm sanırım. Onu ne zaman hayal etmeye çalışsam hep bayramlarla birlikte hatırlıyorum. O zamanlar tığ gibiydi. Üniformalı görebilmek için yalvardığımı biliyorum. Resimlerini gösterirdi bana. Şimdi biraz daha iyi anlıyordum onu. O zamanlar, insanlar, karşılarında bir polis olmasının kendilerine yönelmiş bir tehdit olduğunu düşünüyorlardı. Bu tehdit algılamasının hangi arka planları olduğunu kavrayabilecek kadar büyümemiştim henüz. Dayım, kendi babasının bile, üniformalıyken yüz hatlarında gerginlikler sezdiğini söylediği zaman içimde bir yer sızlamıştı. Akrabalarının arasına böyle girmek istemiyordu. Hayır, görev yeri bambaşka bir yer olabilirdi, bunun önemi yoktu. İnsanlar, hatta kendi arkadaşları bile uzak duruyorlardı dayımdan. Bunu sezebiliyordum. Her karşılaşmalarında güreşe tutuşmalarını da hatırlıyorum çünkü. Sonra sonra dayım da kanıksadı bu durumu. O da diğerlerinden koptu sanki. Konuştuklarına dikkat etmeye çalıştı yıllarca. O anlatınca herkes can kulağıyla dinlerdi. (Hâlâ öyle) Ağzından bal damlardı. İnsanlarla mesleğini paylaştığını hiç hatırlamam. Şimdilerde rahatlıkla mesleğiyle ilgili de konuşabiliyor.
Dayım, anısını anlatmaya devam ediyordu. Bir ara dalgınlığım çok belli olmuş olmalı ki, seslendi. “Ne düşünüyorsun?” Öyle sordu ki, sanki kendisini anlayan biri vardı karşısında. Geçen onca sıkıntılı yılını anlayıveren ve bu anlayışı bir bakışıyla paylaşıvereceği birini bulmuştu sanki. Anısının bütün komik taraflarını bir tarafa bırakmıştı. Yaptığımız şey bir kenarda kalmıştı. Yüz hatları düştü. Gözleri yere kaydı. “Ne düşünüyorsun?” diye, yineledi. Toparlanamazdım çünkü, sorduğu şeyi düşünüyordum. (En azından, öyle olduğunu sanıyordum.) Kravatımı yavaşça çıkardım, doğrudan yüzüne bakıyordum. “Bir ömrün daha olsa?” diye sordum. Küsmüş bir gülümseme yayıldı dudaklarına. Gözleri daha bir çukurlarına kaçtı. “Komiser Mustafa, diye anılacağım değil mi? Başka da bir şey olmayacak insanların dilinde. Komiser Mustafa! Üniformayı giydiğim gün kaybettim ben sizi.” Hayır, işte bunu yapamazdı. Kendini kaybedilmiş bir aile üyesi gibi görmeye hakkı yoktu. “Hayır, dayı. Düşündüğün gibi değil. Bu başka bir şey. Eksilen şey sen değildin. Başka bir şeydi, bambaşka, senin ve benim suçum olmayan başka bir şey.” Gülümsemesini kesti, yapmacık bir ciddiyetle, “Komiser dayını yazarsan kulaklarından asarım seni!” dedi. Yazamadım zaten, beceremedim.

02 Mayıs 2008

ÖRGÜTSEL DÖKÜMAN


ÖRGÜTSEL DÖKÜMAN

Selam bizden.

Selamlar, izniniz nasıl geçti?

Soru işaretini unutmadığınız için teşekkür ederim.

Alemsiniz doğrusu.

Evet, ben de alemden bir parçayım.

Güzel. Alemlerin parçasına konuşmak da ayrı bir duygu.

Okunuz mu?

Neyi efendim?

Az önce yazdıklarımı?

Elbette okudum yoksa nasıl mantıklı cevaplar yazabilirdim ki?

Tamam, bu tarzda devam edelim.

Sıra dağlar servilerini rüzgar almış.

Bunu bilmiyordum, peki sebebi neymiş?

Sebebi hakkında yorum yapmama müsaade yok.

Yorum yapmadan söyleyin o zaman.

Yorum yapmadan söylersem tarafsız olamam.

Peki, kayıp balık hakkında bir haber var mı?

Haberleri seyretmedin mi?

Seyrettim ama ben özellikle senden istiyorum. Haberlerin kime göre nasıl hazırlandığını bilmiyor muyuz sanki.

Kayıp balığımız kayıplar listesinden çıkarılıp gümüş taca yazıldı.

İyi aman, böyle olması daha hoş olmuş. Adam harcanıyordu.

Şu an neredesiniz kuzum, sizinle de epey zamandır görüşemiyoruz?

Beş artı birin yanındaki kuzu gözündeyim. Keyfime bakıyorum.

Hem iş hem tatil ha?

Eh işte. Peki siz neredesiniz?

E, bunu size bile söyleyemem, kusura bakmayın.

Ya, demek buralarda bir yerlerdesiniz.

Evet, bir ihtiyacınız olursa yazın.

Benim gördüğüm ağaçlardan siz de görebiliyor musunuz?

Evet, burada onlardan çok var. Ormancı olarak buraya tayin edildim.

Korumaya mı aldılar?

Sayılır, aslında tam bir korumada değiller. Şimdilik gözlüyoruz.

Canım o ağaçlardan çok var, keserlerse kessinler.

Öyle demeyin, fidanlara da zarar verebilirler. Onların ürkmesini istemeyiz.

Bu mevsimde beyaz çiçek açıyorlar mı?

Çiçek mevsimi geçmez ama okul dönemi daha iyi.

Neyse şimdi çıkmalıyım. Üç elmadan misafirim gelecek.

Tamam, akşama boşsanız birlikte ava çıkalım.

Özür dilerim ava birlikte gidemeyiz. Yeni talimatları almadınız mı?

Aldım, canım sıkılıyor ne yapayım?

Diğerleri gibi yap. Normal insanlar ne yapıyorsa aynını yap. Hem bu, eğlenceli bir şey.

Peki, denerim.