09 Aralık 2013

Fantastik Çağ ve Onun 'Heybe'si


Fantastik Çağ ve Onun 'Heybe'si
(Bahiyyih Nakhjavani'nin ilk romanı “Heybe” nin izleri.)
Mustafa Uysal

İçinde bulunduğumuz yılların bir ortaçağ artığı olup olmadığını merak etmeye başladım. Bir farkla ki, artık tüm bu fantazilere teknoloji hakim. Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi gibi geçen yüzyılın içinde kaleme alınan eserlerden sonra Amerikan sinemasının da etkisiyle fantaziya, daha fazla hayatımıza girdi. Kültürümüzün derinliklerinde de rastlayabileceğimiz bu tip eserler var. Son dönem Batı'dan gelen fantastik eserlerin sunduğu hayal alemi ile insanlar, bambaşka bir hayata adapte edildi. Çok satılan -bestseller- eserler arasında fantastik unsurlar çokça yer almaya başladı. "Simyacı" ile örneğini gördüğümüz çok satan eserlerdeki fantazi, aslında köklü bir yöntem. Ancak özellikle yeni bir çağın eşiğinde, teknolojinin bütün -hemen hemen- ortaçağ fantastik unsurlarını anlaşılır kıldığı yahut
medeniyetin fantastik unsurları yumuşattığı, yine fantastik unsurların bu günün kapitalist ortamına uymamasını düşünürsek; Bu işlerin bir plan dahilinde ilerlediğinden -plana dahil olmayan ne var?- söz edebiliriz.

Bu tespitten sonra artık egemenlerin isteklerinin gerçeklerden uzak, kendi hayal alemini kurmuş ve sürekli orada yaşayan, teknolojik oyuncaklarla donatılmış, dünyanın gerekli gerçeklikleriyle uğraşmayan bir tip istediklerini görebiliriz.

Bir başka bakış açısıyla değerlendirirsek ortaya toplumun belli zamanlarda bilinen/bilinmeyen sebeplerle bir moda akımını takip ettiklerini söyleyebiliriz. (İletişimin -en azından teknolojik anlamda- bu denli hızlı ve yayılmacı olduğu bu çağda tolumla kasdımız, bütünüyle dünya insanlarıdır.) Moda akımlarının, kaynağı açık olmasa bile (!) yönlendirilme ile alakasının bire bir olduğunu ifade edebiliriz. Bir zaman romantizmin esiri (başka tanımlamalarda kullanılabilir), bir zaman realizmin tutkunu, bir zaman hayalperestliğin pençesinde, bazen de tümünü kapsayan akımları -moda- bünyesinde barındıran toplum, artık yönelişini bu gün fantazyadan tarafa kullanmaya meyillenmiştir. Dünyanın siyasi, ekonomik, ekolojik, teolojik vb. gidişatına toplum, artık bu pencereden -fantastik- bakacaktır bir süre. Klasik Doğu ve Batı denkleminde olayı ele almaya açlıştığımızda karşımıza ortak bir yön çıkıyor: Bilinmeyene duyulan korku, saygı ve merak. Doğulu tipinin -hala var olduğu kesin ancak melez tipler daha fazla- hayatında bu gün mistik unsurlar doğuştan gelen bir alışkanlık halinde var bullunuyor. Batılı tipinin hayatında ise mistik unsurlar, öteden beri var olsa da bu gün yeniden keşfedilmeye muhtaç hale gelmiştir. Bu gün gündemde olan fantastik eserlerin kaynağının Batı olduğunu -istisnalar hariç- düşünürsek, ortaya, oradan hareketle Doğuyu da etkiliyen bir etki mekanizması çıkıyor. Doğulu tipin bu tip egzotik, mistik, fantastik öğeleri Batıdan almaya -açlık derecesinde- ihtiyacı yoktur. Yine de durum açıkça göstermektedir ki, Doğulu tip artık bilincindeki kökleri körlemiş ve bu gün kendi malı olan çok fazla şeyi başkalarından almaya açık hale gelmiştir. Fantastik veya egzotik eserlerin kaynağının, çoğu zaman Doğu olduğu görüşü yaygındır. Burada göz ardı edilmemesi gereken şey ise Batının, uzun zaman dondurulmuş aklının, korkularının, kuşkularının, inanışlarının, yanılgı ve gerçeklilklerinin bu tip eserlerde baş unsur oluşudur.

Yazılı ve sözlü kültür üzerinde bu denli bir hegemonya oluşturan fantazya, elbette çağa göre kendini şekillendirmiş ve sonunda sinemada en yaygın biçimine kavuşmuştur. Fantazyanın, sinemadaki büyüsüne başka hiç bir yerde ulaşamadığını düşünebileceğimiz halde gerçek, belki de bu değildir. Yazılı ve sözlü kültür vasıtasıyla fantazyanın zihinlerdeki karşılığı, sinemanın etkisinden daha fazla olduğunu da rahatlıkla iddia edebiliriz. İnsan zihninin önündeki engelleri bu tip ürünlerle bir kez kaldırırsanız artık insan zihni, sinemanın bu gün ulaşamadığı ve asla ulaşamayacağı yerlere varır. Yazılı kültürün etkisinin sözlü kültürden, kitaplar vasıtasıyla, daha baskın olduğunu varsayarasak, ya da konumuz gereği yazılı kültürü ele almışsak, fantazyanın zihinlere nasıl etki yaptığını kestirebilmek her halde çok daha zor olacak. Artı olarak sinemanın katkısı bir de geçmişten gelen sözlü kültürün etkisiyle bu günkü fantastik ortamın zaten zeminin hazır bulunduğunu dolayısıyla yazarların etki alanlarını kurmakta hiç zorlanmadıklarını söyleyebiliriz. İnsanın çıplak doğasına seslenen bu tip ürünlerin, bu günkü ortamda hiç zeminlerinin olmadığını iddia etsek bile insanın yaratılıştan getirdiği korkulara, inanma eğilimine, muhtaç konumuna, zayıf karakterine, duygusal yapısına, vicdanına vb. şeylere seslenmek ve onları zenginleştirmek/ abartmak her halde çok zor olmasa gerek.

Benim son olarak dikkatimi çeken bu tür eserlerden biri de "Heybe" "The Saddlebag". Bahiyyih Nakhjavani'ye ait olan bu eser, yayınlanışından sadece iki yıl sonra ülkemizde de zuhur etti(?). İnkılap yayınlarından çıkan eser, zannederim önümüzdeki zamanlarda, Simyacı kadar olmasa da, epey revaç bulacak. Doğu- Batı denkleminde ele almaya çalıştığımız fantazya yahut egzotizm bu esere, Doğulu biri tarafından Batılı bilinciyle kazandırılmış. Zira Bahiyyih Nakhjavani, İranlı bir edebiyat profesörü olmasına rağmen İngiltere ve Amerika'da eğitim görmüş şu an İngiltere Fransa arasında mekik dokuyor. Eser Batılı mahfillerde epey beğenilmişe benziyor. Bu paragrafta bulunan cümleler, yazarı yadırgar bir hava taşısa da yazarı ve eserini anlamak bakımından sarfedilmesi gerekli cümlelerdi. Bunca eğitim ve hayatının büyük kısmını oralarda harcamış olduktan sonra geriye aslında yadırganacak bir durum kalmıyor. Elbette yazarın Doğulu bilincini yitirdiğini iddia edemem ama Bahiyyih Nakhjavani'nin Doğulu bilincini çok fazla ön planda tuttuğunu da söylemek zor. Olsa olsa bir karışım, sentetik bir duyarlılık. Yazarı, durduğu yer itibarıyla sınıflandırmak ve bir kategoriye sokmaya çalışmak elbette haksızlık olur. Bir okuyucu duyarlılığıyla kendi açımdan baktığımda, bunu yapmazsam yani yazarı kafamda herhangi bir yere, muğlak da olsa, koyamazsam bu okumamın fazlasıyla eksik kalacağını düşünürüm. Sahipsiz bir eseri okumanın getirdiği boşluklardan -uçurum mu demeliyim?- söz ediyorum. Kaldı ki, "Heybe" sahiplidir ve sahibinin fikri arka planını, bilincini sorgulamak da hakkımızdır. Nihayet Bahiyyih Nakhjavani hakkında verilecek hüküm burada verilecek değildir. Mutlaka "Heybe" okunurken ve okunduktan sonra hatta daha kitapla ilgili ilk malumatları aldığınız sırada, yazarla ilgili şeyler kafanızda oluşmaya başlıyor. Kendisini başka şeylerle değerlendirmek fırsatını elde edemeyince elimde bulunan eseriyle, eseri okumama ve anlamama yetecek kadar, tartmam gerekliydi. Bütün bu değerlendirmelerimin sonucunda, açıkça yazarı yadırgamamak elimde değil. Bu eser Poul ... nun elinden çıkma olsaydı ancak bu kadar olurdu. Asla bir Doğulunun elinden çıkmış olamaz.

Fantastik çağın 'Heybe'sinde neler var?
Kitabın kapak cümlesindeki ibare: "Egzotik bir Ortadoğu masalı". Olay on dokuzuncu y.y. lın ortalarında geçiyor. Yer, Osmanlı toprakları, mekan olarak da -bir kaç ayrıntıyı katmazsak- Hicaz sınırları. Kitabın baş kısmında iki adet harita var. Bu haritalardan ilki, Asya, Arap yarımadası ve Avrupa'nın bir kısmını içine alan, fazla ayrıntıya yer vermeden kitapta geçen yer isimlerini tespit etmeye yarayan bir harita. İkinci harita, Mekke- Medine- Cidde üçgeninde konaklama yerleri ve bir kaç yerleşim birimini gösteren bir harita. Bu haritalar şüphesiz kolay okumada çok önemli. Konusu itibariyle harita barındırması gereken kitaplarda bu eksikliği yaşadığımı söylemeliyim. Bilirsiniz ki, tarihi yahut ayrıntıyı kapsayan yerleri zihninizdeki haritada bulmak hemen mümkün olmuyor.

Olay, 19. y.y. Ortalarında Osmanlı topraklarında, Hac yolculuğu sırasında -bazılarının- başlarından geçenleri kapsıyor. Olaylar, gizemli ve gizemi iyi korunmuş bir heybe etrafında gelişiyor. Merkezde bir heybe var gibi görünmesine rağmen yine de heybe ikinci planda sisli bir gizem içinde hikaye/ler boyunca merkezdeki yerini hissettiriyor. Kitapta dokuz ayrı kişinin başından geçenler anlatılıyor ve bu dokuz ayrı kişinin bir şekilde heybeyle olan münasebetleri dile getiriliyor. Bölüm adı olarak sayalım: Hırsız, Gelin, Haydut, Sarraf, Köle, Hacı, İmam, Derviş, Ceset. Bu bölüm adları aynı zamanda bir kahramanı ve aynı olayların farklı merkezlerini ifade ediyor. Öncelikle bir yanılgıya kapılmıştım. Bu yanılgı benim, heybeyi, elden ele dolaşan ve eline geçtiği kahramanla birlikte macerasını sürdüren ve baştan sona, serim- düğüm- çözüm sıralamasında macerasını tamamlayan bir nesne konumunda görmemi sağlamıştı. Heybe'yi güzel kılan belki de burası. Kitabın arka kapak tanıtımında anlatıldığı gibi hayatın gizemleri, yaşama ve ölüme dair denen şeyleri ve felsefik arka planı o kadar umursadığımı yahut önemsenecek düzeyde olduğunu söyleyemem.

Ancak dokuz farklı hikaye okuyacağım yahut dokuz kez aynı olayı değişik zaviyelerden göreceğim aklıma gelmemişti. Belki tam olarak böyle bile değil. Hikayelerin bazısı, Hırsızın hikayesi, giriş niteliğinde ve ana olayla giriş olması bakımından bir bağı var. Heybenin ortaya çıkışı bu hikayenin sonunda oluyor ve hırsızın heybeyle olan bağı bir raslantıdan ibaret. Zaten hırsızın heybeye bir gizem yüklediği/ beklediği de söylenemez. Kitabı okuyacak başka okurları göz önünde tutarak, ayrıntılarına inmeden, dikkatli olmaya özen göstererek bazı olayları ve zihnimde oluşan soruları cevaplamaya çalışacağım.

Felsefi arka planı çok fazla önemsemediğimi söylesem de kitap, çok fazla dini öğe ve felsefik açılım barındırıyor. Dinden (islamdan) uzak bir hırsız, Zerdüşt inançlarından gelen, hasta ruhlu bir gelin, yine dinle arası pek iyi olmayan (islamla) haydut -elebaşı-, Budist inançlarını içten içe unutmuş bir fırıldak (sarraf) ve onun sonradan kutsal adamlığı, Yahudi bir Habeşli köle, Sünniliğinden çok Konfiçyus'un ve Budist felsefesinin etkisi altındaki bir uygur Türkü (Hacı), Medrese eğitimi görmüş, bağnaz (yazara ait) İranlı bir Şii imam, bir Hristiyan İngiliz son olarak da dolandırıcı bir Müslüman tüccar (ceset). Bütün bunların bir kitapta hikayesini okuyacaksınız ve kitabın felsefi ve dini açılımını önemsemeyeceksiniz, bu elbette zor ama hikayenin kurgusu açısından bakıldığında önem sırası bakımından pek önde durduğu söylenemez (Hacı hariç).

Bir ara (kitap bittikten sonra) bu hikayede heybe olmasaydı ne olurdu sorusunu sordum kendime. Bir türlü bu soruya, tatmin edici bir cevap vermedim. Vermedim, kitabın adı olarak heybe seçilmişti. Vermedim, o zaman dervişin hikayesi, -şarlatanlık da olsa- başladığı gibi, sönük , bitecekti. Vermedim, heybe olmasaydı kahramanların aralarındaki bağlar biraz daha zayıf kalacaktı. Elbette bu bağ sadece heybeden kaynaklanmıyor. Heybenin bu özelliğinin -varlığı yokluğu çok fazla belli olmaması- kitaba artı değermi yoksa eksi değer mi kattığını da doğrusu cevaplamak zor.

Burada en dikkat çekici özelliklerden birisi de heybenin içinde ne olduğu hususu. Heybenin içinde nelerin olduğu ilk hikayenin sonunda zaten açıklanıyor. Nedense bu açıklama tam bir netlik kazandırmıyor. Kabaca, heybenin içindekiler, hırsızın eliyle deşilirken ortaya çıkanlar beklenen şeyler değil. Şaşkınlık ve çaresizlik içindeki hırsızın yine de heybenin kaderini tayin etmek istemesi tuhaf. Buradan itibaren heybenin artık bir merak unsuru haline nasıl olup da sokulduğu yazarın becerisi. Heybenin bundan sonraki isteklisi hasta ruhlu gelinin, heybeyi isteme sebepleri düşünüldüğünde heybenin, hırsızın gördüğünden daha farklı değerlendirildiği ortaya çıkıyor. Daha sonraki bölümlerde de heybenin maddi kazanç getireceği hesabını yapmıyor kahramanlar. Haydut ve derviş dışında heybeye maddi boyutuyla bakan bir de hırsız var. Diğerleri heybeyle hiç alakası bile olmayacak denli heybeye uzak kalıyorlar. Sarraf, köle, hacı, imam doğrudan heybeye sahip olmak için bir gayret içinde değiller fakat heybe onların hikayelerinin bir yerlerinde hep var. Ceset zaten başlı başına olayın -kervana saldırı- yan unsurları arasında zenginliği ve kokusuyla yer alıyor. Ortalama, her bölüme 30 sayfa ayrılmış olmasına rağmen ceset için 10 sayfa ayrılmış olması da dikkat çekici bir unsur. Bir yönüyle de zaten ceset bütün hikaye/ler boyunca ayrıntılarıyla işlenmeye çalışılmış. Heybeyle alakası heybenin sahibi ile olan alaksından kaynaklanıyor olmalı.

Önemli merak öğelerinden birisi de belki heybenin sahibi. Heybenin sahibinden ilk bölümde biraz bahsediliyor, diğer bölümlerde görülüp kayboluyor ve asıl son bölümde (ceset) onu biraz tanıyoruz. Karanlıkta bırakılması bilinçli bir tercih olarak karşımıza çıkıyor. Yoksa o da heybesini aramaya çıkmış olsaydı hikaye nasıl bir mecraya girerdi? Bu soruyu sormak yakışık almaz ama heybenin, asıl sahibi tarafından umursanmıyor oluşu ve heybenin akıbeti hakkında verilen malumat “nasıl yani?” dedirtiyor.

Hikayenin bütünü içinde yazarın, milletler, dinler konusunda biraz insafsız davranmış olması beni şarşırtan bir diğer dikkat çekici nitelik. Özellikle tanıtım için yazılmış yazılarda The Times'ın Bahiyyih Nakhjavani'yi Salman Rüşdi'ye benzetmiş olması da yazara karşı beslediğim iyi niyeti baltayan şeylerden. Salman Rüşdi'ye benzetilmesi için var olan sebepler The Times'a göre nelerdir bilmiyorum. Ama şundan eminim ki, yazar, bazı yerlerde kasıtlı davranmış ve Türklerin şahsında Osmanlı'ya, hacıların şahsında İslama, gelinin şahsında Zerdüştlere vb. alaylı göndermeler ve aşağılamalarda bulunmaktan imtina etmemiş. Bütün bunlara rağmen yazarın bu ilk romanı “Heybe” nin değerini düşürmüyor. Sadece, kasıtlı davranılırsa nasıl buruk bir tat ortaya çıkardığı ve bunun edebi açıdan kıymetini takdir edenlere bir fırsat (olumlu ya da olumsuz) verdiğini söyleyebilirim. Hileli puan toplama yönüyle Salman Rüşdi benzetmesi şayet olabilirlik dahilindeyse, Bahiyyih Nakhjavani de hileli puan toplama girişimindedir.

“Heybe” nin son dönem fantastik ortamda yerini bulması açısından, biraz da okuyucu arasında şişirilme bir tanıtıma maruz kalacağını tahmin edebilirim. “Heybe”, fantastik öğelerin içine konabileceği en uygun araçlardan biri. Ancak bu kitapta heybenin içi boş kalmış ve egzotik beklenti heybenin dışında kurulmuş. Fantastik ortam, ihtiyar büyücünün heybesindeki büyülerle yetinmeyip, bir çocuğun maharetine sığınmış ardından bir çobanın kuru ekmek dolu heybesini takip etmiş en son da bu gizemli (!) heybenin içine bakmaya zorlanmaktadır. Bu heybeyi siz de karıştırmak istemez miydiniz?
(2002 yahut 2003 yılında Yolcu dergisinde yayınlanmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder