Ey gönül dostum, 13.05.2015
Yazmak bir terapi bazen. Bir hikayenin içinde, romanın satırlarında,
bir şiirin Türkçe kokan mısralarında gezinmek, bir yeşil bahçede gezinmekten
farksız benim için… Nefes alıyorum adeta kalemin ucundan, kağıdın kokusundan…
Hele bu yazış serüveni sana ise… Bir başka aleme götürüyor beni. Lakin bu kez
bir hikaye anlatacağım sana. Bambaşka bir hikaye… Alın yazısı kapkara yazılmış,
yüreği bir başka atan, alnında helal kazancın teri, ruhunda yaşanmışlıklara inat
bir başkaldırışın hikayesini! Sana bir maden hikayesi anlatacağım.
O sabah yine gün doğmadan erkenden kalktı. Sönmeye yüz tutmuş sobaya
bir odun attı. Elini yüzünü yıkadı. Köşesi kırık aynada her akşam kapkara
görmeye alıştığı yüzüne baktı. Mavi gözleri inadına gözüne battı. Umut o
gözlerde gizliydi. Hele bir emeklilik dolsun girmeyeceğim bir daha o ateşin
ağzına. Hanımı sobanın üstüne bir kuru ekmek parçası bıraktı. Ağlayan çocuğuna
yönelip kucağına aldı. Yine kimsenin dudaklarından bir sözcük dökülmedi. Durdu.
Düşündü. Okula gitmek için hazırlanan oğluna baktı. Eskimiş montunu giyerken,
üzerinde soyulmuş yere bakıp öyle giydi çocuk. Mavi gözlerden bu da kaçmadı.
Utandı. Dedi içinden; şu üç aydır yatmayan aylık bir yatsın ilk iş yeni bir
mont sana. Hele bugünde bir girelim şu madene. Sağ salim çıkarsak eğer
yapılacak çok şey var daha. Evin eşyaları idareten duruyordu odada. Eskimek
ifade etmiyordu artık bu eşyaların halini. Hoş, evin sıvasını bile
yaptıramamıştı daha ama olsun. Çatıyı örttük ya kış gelmeden, o da olurdu
inşallah. Yağladığı ekmek, zorla geçti boğazından, Yutkundu, yutkundu, bir kuru
ekmek bile fazla geldi alışık olmayan bu bünyeye.
Çayından son bir yudum daha aldı. Ceketini giydi. Oğlanın omzuna elini
koydu. “İyi çalış aslan parçası” dedi. Odadaki sessizlik böyle bozuldu. “Baban
gibi madenlerde kara ekmek kazanmaya kalkma! Doktor ol bembeyaz elbiseler giy,
olur mu oğul” Bu serzenişin cevabı tatlı bir gülümsemeyle, ağzındaki lokmayı
yutmaya çalışırken geldi. Bu gülümseme her şeye değerdi işte. Karısı evden her
gidişinde endişe ile “Gitme” dese de “ekmek davası” der çıkardı yola. Yine öyle
çıktı. Altı yarılmış, rengi ağarmış ayakkabılarını geçirdi ayağına. “Komşunun
ayak numarası bir numara daha büyük olaydı ya” dedi kendi haliyle dalga geçercesine.
Sıkıyordu biraz ayakkabılar ama yüreğin sıkıldığı kadar değil. Hanımına akşama
görüşürüz dedi. Hanımı buğulu gözlerle öyle bir “inşallah” dedi ki… İki adım
attıktan sonra geri döndürdü mavi gözlü, büyük yürekli o adamı. Döndü hanımına
baktı. Kucaktaki kıza eğildi, dudaklarını ısırıp, kulağına fısıldadı. “De kız
anana, biz geri dönsek de, dönemesek de hep sizinleyiz. Rabbime emanet
edilenler ortada kalmaz. Rabbim sizi de…” Yutkundu. Hanımına baktı. “Allah’a
emanet hanım” “Allaha emanet bey, gittiğin gibi geri dönersin inşallah!” bugün
bir başka geldi hanımın yüreğine bu işe gönderiş. Vardiya gündüz olurdu,
serseri yahut paşa! Ama hiç o bugünkü gibi olmadı. Dedi arkasından “Ey beyim,
çocuklarımın babası yaşa emi, yaşa!”
Vardiya gündüzdü. Ama gün ağarmaz madende, ışık tünelde kayboldukça
başka bir aleme girilirdi sanki. Yaşarken mezara girmek gibi. Girdiler yine
ateşin ağzından. Kara elmas, kara yüzlerden akan ter ile çıktı. Ama işçilerin
çıkacağı vakit, biri bağırdı. Kaçın, göçük var! Madenin ağzında yemek yinen
birkaç işçi attı kendini dışarı, diğerleri ise kalakaldı. Nefes alacak bir
kaçamak yolu arandı. Ayaklar önce dizlere, sonra bellerine kadar çamura battı.
Çamura bulanmayan bir yer arandı. Can
pazarı bir dostun verdiği omuzla yaşandı. Birbirine omuz veren, tökezleyeni
sırtlayan birkaç işçi mahsur kaldı ışığa çıkmayan bir bacada. Nefeslik arandı.
Ağaç tahkimatlar gıcırdadı. Hava değişti. Alınan nefesler ciğerleri acıtmaya
başladı. Umut tükendi. Vücutlar yere yığıldı. Her biri bir köşeye sığındı.
Sırtını dayayan hayale daldı. Ömür buraya kadardı. Gözler ağırlaştı. Mavi gözlü
adam inat etti. Kapatmak istemedi gözlerini. Daha oğlunu görecekti, kızını bir
daha. Allah’a emanet ettiği hanımını… Mavi gözlerde canlandı sevdikleri, Kimisinin
evladı, kimisinin nişanlısı, kimisinin anası. Su biraz daha yükseldi. Ocağın
suyu bile çamurla harmanlanmış, kara yüzlerin kararmış ter damlası ile bir
nebze ağardığı gibi, ellerinin üzerinde biraz daha yükseldi, dayandı yerde mavi
gözlü adam. Nefes almak istedi, ciğerleri yandı bir daha. “Ah” dedi. “Ne
kalmıştı ki şurada, bir yıl daha, bir emekli olabilseydi, girmeyecekti bir
daha.” Olmadı. Dayandığı yerden bir kömür parçası aldı. Avcuna kapkara bir
yazıyla şunu yazdı; “Oğul beyaz önlük giyesin!” Kapattı avcunu, kucak açtı
ömürleri verene, helal kazanmanın gönül ferahlıyla. Şehitlikti onunkisi ve çok
yakışmıştı.
Dışarda haber duyuldu. Herkes koştu, umutla bekleyiş başladı. Feryatlı
bir ses yükseldi. “Oğlum yüzme bilmezdi nasıl yüzecek” Aradan günler geçer
çıkan yok, cesetlerine bile ulaşılması günler sürer. Ey yiğidim, sen şimdi bu
sulardan mı içersin der avuçla ocaktan boşalan su içer hanımlar! Ağıt yakar
analar. Yetim kalır evlatlar.
Yıllar sonra bir beyaz önlüklü doktor gelecek Soma’ya, bedava muhayene
edecek madende kaderleri karaya çalanları, yetim kalanları, umudu bir vardiya
dönüşünü beklemek olanları. Ve o doktor, tıpkı babası gibi mavi gözlü olacak
ama siyaha inat hep beyaz giyecek.
İşte böyle dostum. O doktor henüz gelmedi Soma’ya ama yakındır. Belki 5
yıl belki 15 yıl sonra ama acılar daha taze. Yetimlerse unutmadı o günü.
Babasının yerine başkaları aldı eskiyen montların yerine yenilerini ama babası
gibi okşamadı omuzlarını hiç kimse. Küçük kızın kulaklarındaysa hep o
fısıldama; “De kız anana, biz geri dönsek de, dönemesek de hep sizinleyiz.
Rabbime emanet edilenler ortada kalmaz. Rabbim sizi de…” Bu bitirilemeyen
cümleye nasıl konmazsa, Dostnamelere de bu yüzden nokta koymayız ve noktasız
nokta ( )
Osman Said DEMİRYILMAZ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder