30 Haziran 2015

DOSTNAME-XXVII (Gölgeden Aydınlığa)

Osman Said Demiryılmaz          
GÖLGEDEN AYDINLIĞA

Ey eskimeyen dostum,                          30.06.2015

Eskimek, kötümser bir anlam katıyor gibi olsa da ilk duyuşta. Aslında bendeki yerinin, hatırının, hatıranın güzelliğini ifade ediyor. Eskimeyen eskilik iyidir. Epey oldu senle denebiliyorsa bir ortak geçmiş var demektir. Şimdilerde pek çok yerde işitim, diyorlar ki; “Neler oluyor bize böyle?” diyorlar ki; “Ne bu halimiz böyle?” Ne var halimizde diye döndüm baktım, kendime, kendimize… Keşfeyledim, içimde gizlediklerimi ve paylaşmak istedim seninle.

Önce gerçekler vardı her yanımızda, sonra bir şeyler eksilmeye başladı. Önce fark ettik hayatımızdaki bu boşlukları, sonra boş verdik. Belki biraz üzülür gibi olduk, sonra vazgeçtik. Üzüntüyü de hissedemez olduk. Gözümüzü, gönlümüzü kapattık gerçek güzelliklere. Unuttuk yada unuttuğumuzu zannettik aslımızı. Kendimizden bir şeyler vermeye başladık, hatta özümüzden, ruhumuzdan… Vermekle kalmadık, kaptırdık adeta kendimizi bu akışa. Önce yavaş yavaş, sonra hızla çözündük sahte yaşamların içinde. Yüreğimizin en mahrem yerinde bir koyu gölge oluşuverdi. Hayatımızda olması gereken gerçekler gölgenin ardına gizlendi. Git gide etrafımızdaki değerli saydıklarımız silindi, gitti. Gölgeye gark oldu. Gözümüzün önünden silinip gittikçe, gönlümüzden de silikleşmeye başladı. Artık yer yer gölgelerimiz vardı hayatımızda. Aydınlıkların gizlendiği yerlerde bizden bir şeyler saklanıyordu artık. Kaybettiğimiz ya da gözümüzün önünden yavaş yavaş silinenleri geri getirme çabamız nedense gittikçe azaldı. Yeryüzünde barındığımız mekânlara, yürüdüğümüz, gezdiğimiz, şevkle gittiğimiz yerlere gölgeler düşmeye başladı. Nihayetinde üstümüze, içimize, benliğimize, ruhumuza ve bize, dostluğumuza gölgeler düştü. Kapladı yavaş yavaş her yeri bu karartılar. Sandık ki gerçek bu; böyle karartılı bir hayat vardı önceden beri. Sanmak ile kalmadık inandırdık kendimizi; böyleydi, evet böyleydi. Aydınlık zihinlerimizi gölgelere kaptırdık. Saf yüreklerimizi karartılar ile gizledik. Unuttuk, hatırlamak için çaba sarf etmedik. Kişilikler, karakterler tek düzeleşti. Simalar görünmez oldu. Yalnız kendimizi görür olduk. Ve insanlar tanımıyorlardı artık eskimeyen dostlarını.

Gölgeler çoğaldıkça renkler soldu. Grimsi bir hayata kucak açtık. Sevgilerimizi çöpe attık, kimi seveceğimizi bilemediğimizden. Onların yerine bağımlılıklarımız arttı. Dizimize, akıllı olduğunu zannettiklerimize, tekerlekli bineklerimize, ekranlı ıvır zıvırlarımıza kaptırdık kendimizi. Evimizin içindeki yaşayan emanetlerimizden çok, eşyalarımızla ya da evimizin maddi değeri ile ilgilenir olduk. Nefes alış verişlerimiz değişti. Temiz rahmani ortamlardan uzaklaştık. Ruhlarımız susuz, gönlümüz kupkuru kaldı. Bencil benliklerimiz etrafını görmekten aciz kaldı. Atmosferimizde manevi kirlilik, göğsümüz daraldı, acımasız buhranlar yaşanmaya başlandı. Azıcık aldığımız, tertemiz havanın zihnimizde canlandırdığı eskimeyen eskilerden bir anda idrakimiz açıldı. Kısa süreli bu uyanıklık halinde aradık gölgelerin değmediği, karartıların kapatamadığı bir aydınlığı. Nerede bu unuttuğumuz manevi iklim? Nerede bu gerçek özümüz, ruhumuz? Nerede? Vardı mutlaka, kenarda köşede kalmış, el değmemiş, bir aydınlık nokta. İşte orada olmalı, kaybettiğimiz hayatımız, aradığımız mânâ. Orada olmalı aradığımız manevi iklim, ya da şimdi eskisinden daha fazla özlediğimiz ruh güzelliği. Nerede ışığın, nurun aydınlattığı gölgelerden istisna olan yer, nerede o arzulanan ümit?
Unutmuştuk belki biz, ama bir unutmayan vardı. Arayana aradığını bulduran, nurun sahibi, aydınlığın kaynağı, “benden ümit kesmeyin” diyen bir kudret! İşte aradığımız O! Merhameti her yanı kuşatmış, rahmet denizinde bir katre olmanın bile ihya ettiği bir Rahman. Şimdi bize düşen elimizde kalan birkaç nur katresini birleştirmek. Gel eskimeyen dostum şimdi seninle ruhlarımızı kucaklaştıralım. İlahi mesaja kulak verelim, kendimize gelelim.

“Hayır hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Birbirinizi yoksulu yedirmeye teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası öyle bir yiyorsunuz ki, haram-helal gözetmeden. Malı öyle bir seviyorsunuz ki, yığmacasına. Hayır hayır, yer birbiri ardınca sarsılıp dümdüz olduğu zaman, Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman, ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar. Fakat bu anlamanın ona ne yararı var? "Keşke hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim." der. Artık o gün Allah'ın edeceği azabı kimse edemez. Onun vuracağı bağı kimse vuramaz. Ey, Rabbine, itaat edip huzura eren nefis! Hem hoşnut edici, hem de hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön. Kullarımın arasına gir. Cennetime gir.“ (Fecr Suresi, 17-30)

Neden bizim için de doğmasın, o kızıllaşan ufukları aydınlatan güneş? Nefsimizin bencilliğimizin engelini aşalım. İstikbalimize aydınlık bir bakış ile bakabilmek adına, baharları yaşayabilmek arzusuyla, arınalım bir tövbe ile, karanlıklarımızdan, bağımlılıklarımızdan, gölgelerimizden, yeislerimizden (ümitsizliğimizden), kaoslardan, manasız korkularımızdan. Arınalım manevi kirlerimizden, kurtulalım gereksiz yüklerimizden. Yönelelim, her şeye kudreti yeten Yaratan’a. Dostluğumuza koymadığımız noktayı, Rabbim ömrümüze koymadan evvel dönelim gerçek hayata, Hayy isminde yaşayalım. Bir perde çekelim ruhumuzdaki gölgelere, Doğsun Rahman’ın güneşi önce ruhumuza, sonra evlerimize, evlerimizdeki bize emanetlere, mallarımıza, kızlarımıza, oğullarımıza, hızlı bineklerimize, kısaca tüm varlığının bize ait olduğu yanılgısına vardıklarımıza. Doğsun yanılgılarımıza, gölgelere yer kalmasın, aydınlansın tüm yüreklerimiz. Yaşansın manevi iklimler. Rahmana kul olmaya yakışan bir ümitle, gölgesiz bir ruh duası ile, bitirelim bu Dostnameyi de noktasız bir son ile (  )

                                                                                                              
Osman Said DEMİRYILMAZ

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder