04.01.03 Elma Kokulu Ev kitabından bir öykü.
KUŞUN ÖLÜMÜ
O gün, ava gitmek üzere önceden sözleşmiştik. Arkadaşım, kardeşim ve ben. Sonbaharın kışa ulandığı bir gündü. Hava ılıktı ve gayet tatlı bir güneş vardı. Hazırlıklarımızı yapıp yola çıktığımızda vakit öğleye doğruydu. Niyetimiz av değildi ve zaten sadece bende bir çifte kırma vardı. Demir köprüden geçip raylar boyunca ilerlemeye başladık. Şehirden uzaklaştıkça bizi sonbaharın son sarıları karşılıyordu. Etraf daha sessizdi, ne kuşların sesi ne de şehrin gürültüsü vardı. Hışırdayan kuru otları saymazsak, üçümüzün konuşmalarından başka bir ses yoktu kırlarda.
Böylece, tren yolu boyunca epey yürüdük. Yanıma ancak yedi fişek almıştım. Biri kardeşimin kullanması için biri arkadaşımın ve kalanlar da benim içindi. Biz ancak kafa dinlemek için buradaydık. Fişeklerle de belki atış talimi yapacaktık. Tepecik Beldesi yakınlarına vardığımızda yorulduğumuzu ve acıktığımızı hissedip bir ağaç dibine oturduk. Ekmeğimizi yiyip suyumuzu içtikten sonra kalkıp atış denemelerine başladık. Hedef olarak su içtiğimiz pet şişe çok uygundu. Pet şişeyi tarlanın ortasına diktik. Önce kardeşim ateş etti. Şişe delik deşik olmuş vaziyette uçup gitti. Sonra pet şişeye toprak doldurduk. Arkadaşım ateş ettiğinde şişeden toprak akıyordu. Ben hakkımı burada kullanmamaya karar verdim. Belki bir kuş ya da başka bir av çıkar diye düşünüyordum.
Buraları daha önce de çok gezmiştim ve birkaç küçük serçeden başka ava rastlamamıştım. Bir iki saat daha dolaştıktan sonra dönmeye karar verdik. Dönüş istikametimiz yine tren yolu oldu. Küçük tepecikler halinde, rayların yanından uzanan, otlarla kaplı bir yol vardı. O yolda hem sohbet ediyor hem de etrafı kolaçan ediyorduk. Bir ara raylara paralel telefon tellerinden birinde iki serçe gözüme çarptı. Kuşları diğerleri de görmüşlerdi. İlkin kuşlarla hiç kimse ilgilenmiyor görünüyordu ancak arkadaşım, “Haydi göster bakalım avcılığını.” dedi. “Yok canım, küçücük kuşlar, neresine ateş edeceğim, hem tellerin üstünde. Bir de tel koparıp başımızı belaya sokmayalım.” dedim. Arkadaşım ısrar etti, “O saçmalarla tel mi koparmış? Sen desene vuramam diye.” İyi atıcı olduğumu iddia ediyor değildim lakin yine de kötü bir atıcı olarak yaftalanmak istemedim. O küçücük kuşu da vurmak gelmiyordu içimden. Tüfeği doğrultunca ürküp kaçarlar umuduyla, açıktan yaklaşıp nişan aldım. “Pam!” diye de bir ses çıkarıp sanki atış yapıyormuş gibi korkutmaya çalıştım kuşları. Kuşlardan biri uçup gitti. Diğeri tedirginlikle yerinde kıpırdanıyor fakat kaçmıyordu. “Yuh, kuşu korkutamadın bile.” diyerek, alay etmeye başladılar. Tüfek, zaten omzuma dayalı duruyordu. Alaya dayanamayıp, bir hamlede nişan aldım ve ateşledim tüfeği. Tok bir ses, bütün ovaya yayıldı. Kuş havalanmıştı. Tellerin hemen üstünde geniş kavisler çizerek dönemeye başladı. Bu karavana atış, arkadaşımla kardeşimi daha bir alaycı yapmıştı. Sanki bu alaya katılır gibi kuş, geldi ve teldeki yerine yeniden kondu.
“Güm!” yeniden ateşledim çifteyi. Kuş yine havadaydı ve üstümüzde kavisler çizmeye devam ediyordu. Biraz uzaklaşır gibi oluyor tekrar tepemizde dolanıyor, değişik figürlerle uçuşunu sürdürüyordu. Bizi peşinden sürüklemeye çalışıyor yahut açık açık benimle alay ediyordu. Üçüncü kez geldi ve teldeki yerine kondu. Yanımdakiler artık dayanılmaz biçimde gülüyor ve beni gaza getiriyorlardı. Belli etmemeye çalışıyordum ama benim de tepem atmıştı. “Benimle alay etmek ne demekmiş gösteririm ben size.” diye geçirdim içimden. Aceleyle cebimden iki fişek daha çıkardım. Namluyu kırınca keskin bir barut kokusu genzimi doldurdu. Oldum olası bu kokuyu severim. Öfke, alay, koku sanki beni sarhoş etmişlerdi. Tüfeği omzuma dayadım, direğin dibindeki geniş ve yüksekçe çalıya biraz daha sokuldum. Kuş kaçmadı. Kafamı sağa yaslayıp sol gözümü kıstım kuş, kıpırdamadı. Arpacığın tam üstünden kuşu gördüm, tuhaf baş hareketleriyle bir bana bir çalılığa bakıyordu. O an, kuşun üstündeki tedirginlik gitmiş ve yerini bir teslimiyet almıştı sanki.
O halde biraz daha bekledim. Kuş kafasını yine aşağıdaki çalılığa çevirdiğinde, tetiğe yavaşça dokundum.
Havada uçuşan tüylerden başka, yerde bir sürü parçasını bulduk kuşun. Lime lime dökülmüştü. Yanımdakiler çalılığın dibinde parçaları ararlarken ben, üst tarafları kolaçan ediyordum. Kuşun baktığı yer olduğunu sandığım yere gelince dizlerimin bağı birden çözüldü. Elimde tüfekle kalakaldım. Üstümden gri bulutlar geçti. Gözlerime boz yapraklar perde çekti.
O gün, kafa dinlemek için gittiğimiz av gezisinden, ömürlük bir vicdan azabıyla döndüm. Şimdi ne zaman çocuklarımı kucaklasam, benimle alay ettiğini zannettiğim, üzerimizde dönüp duran kuşun son anlarındaki baş hareketleri geliyor aklıma. Hele oğlum yeni doğduğunda, elimi yüzünde dolaştırırken küçücük ağzını meme bekler gibi açması içimdeki azabı katlamıştı. O gün, kuşun öldüğü yerde, yuvalarında ağızlarını açmış bekleyen üç küçük, tüysüz serçe yavrusu ne kadar da oğlumun çaresizliğini andırıyorlardı.
04.01.03 Elma Kokulu Ev kitabından bir öykü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder