öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
öykü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Nisan 2008

TÜT SUSAM TÜT!


TÜT SUSAM TÜT!
(Tavşanlı'nın Sesi Gazetesinde yayınlanmıştır.)
Heyecanını yeni yeni yatıştırmışa benziyordu. Bakkalın kapısından girdi, elindeki küçük bez torbayı uzattı ve karşılığında sigara istedi. Bakkal, torbayı açtı, baktı, üstün körü bir bakıştı, beş paket birinci aldı raftan. Sigaraları tezgahın üzerine bırakıp deftere daldı.
Sigaraları ceketinin iki cebine bölüştürdü ve elinde kalan paketi aceleyle açtı. Diliyle sigaranın ucunu yaladı ve pantolon ceplerinde arandığı kibritiyle sigarasını yaktı.
Püfff...
Dünyalar onun oldu.
* * *
Bahçede asabi vuruşlarla odun yarıyordu Mehmet. Camiden tarafa baktı. Ayşe geliyordu, elinden nacağı bıraktı. Yönünü ona çevirdi. Bilirim onu, sert adamdı, “Aşa! Varmış mı?” dedi. Ayşe, avcunda özenle tuttuğu tek dal sigarayı Mehmet’e uzattı, “Onda da kalmamış, bunu gönderdi.” Diyebildi, ürkek bakışlarla.
Tek kat ahşap evin duvarına istiflenmiş odunların üzerine oturdu. Cebinden kibritini çıkarıp keyifle çaktı. Kükürt kokusunu burnuna çekti. Genzi yandı. Alevi yükselen kibriti dudağına doğru yaklaştırdı, sigarasını yaktı. İşler bekleyebilirdi, dağ bekleyebilirdi, çamlar bekleyebilirdi, sonbahar bekleyebilirdi, kış bir içimlik daha gelmeyebilirdi... hem şu an zaten her şey beklemeye hüküm giymişti. Mehmet, dünden beri ilk sigarasını içiyordu, dumanını savuruyordu. Ayşe, toprağa bağdaş kurmuş Mehmet’inin keyfine bakıyordu. Gözlerindeki ürkekliğin yerini başka şeyler almıştı. Başka şeyler, belki başka korkular, kaygılar, ne bileyim ben, bir kadın her şeye kaygılanır. Sigarasını içmekte olan bir erkek, hele Mehmet, o an, ne düşünse yeridir? Bir sonraki sigarasını nereden bulacak? Daha en az bir hafta var, madende paraların dağıtılmasına.
* * *
Simitçi çocuk, kapkara gözlerini ıslak asfaltta gezdiriyor. Karşısında bir simitçi daha beliriyor. Bakışıyorlar, hep denk geliyorlar bu bulvarda. Parkın duvarlarından birine oturuyorlar. Orası da ıslak, olsun, ıslanırsa, kurur da. İki simitçi çocuk konuşmuyorlar bir süre. Sonra, biraz küçük olanı, tepsisini kucağına indiriyor. Diğeri de ona bakarak kucağına indiriyor tepsisini. Simitlerden birini alıyor, simit buz gibi, bölüyor, yanındakine veriyor. Önce gelen simitçi başka yerlerde, önüne bakarak simidini yiyor. Eliyle, belki farkında olmadan, beş-altı simit kalmış tepsisindeki susamları karıştırıyor. Parmağının ucunda susam taneleri kalıyor bazen. Bazısı yanmış, bazısı ufalanmış susamları bir araya toplamaya çalışıyor. Küçük, meraklı gözlerle ona bakıyor. “Susam nasıl oluyor, aga?” Bu soruyu hiç sormayacaktı belki, belki hiç konuşmayacaktı ama ağzından kaçıveriyor bir kere. Simitçi çocuk, gözlerini sonsuz arabalardan kaldırıp bakıyor. “Tarlada bitiyor.” Kuru bir cevap veriyor, soğuk gibi. Küçük, bir daha soracak, belli de ediyor halinden. Soramıyor. Tam ağzından ikinci soruyu kaçıracak, ağzını açıyor, başka bir şey çıkıyor ağzından.
“Sıcak simiiiiit!”
* * *
Birini mutfak olarak kullandıkları (az önce de söyledim) tek katlı ahşap bir evi var Mehmet’le Ayşe’nin. Mutfaktan sesler geliyor, gelin dinleyelim, geçmişe kulak vermek ayıp değil a!
-Kışın ortasında çocuğumuz olacak, sen neyin derdindesin?
-Olsun, gücüm kuvvetim yerinde oldukça bakarız.
-Biraz da başka şeyleri düşün, bunu yapma. Elimde deri kalmadı onları toplarken. Öldüm öldüm dirildim.
-Yalnız mı yaptın sanki, bak, benim ellerimin haline bak! Bir buna kaldıysak, zaten öldük.
-Şart mı adam, sabrediver. Çocuğumuzun hatırına. Kendime mi saklıyorum, ben ne yapayım?
Mehmet, dediğini yapar, inadına dağ dayanmaz. Ve lakin, bu kadının böyle demelerine dayanamıyor. Bir de yüreği zayıf bu adamın, öyle her bakışı, her sözü kaldırmıyor. Susuyor, başını önüne eğiyor. Belli ki, kendine kızıyor. Bulaşık yıkanıyor gibi sesler gelmeye başladı. Ayşe bulaşığa başladıysa, istediğini almıştır. Mehmet, gıcırdayan kapının aralığında göründü, bakın. Ceketini omzuna atmış. Başı önünde. Akşam inmek üzere, nereye gidiyor akşam vakti? Caminin önünde oturacaktır biraz. Sıkıntısını daha da dağıtamazsa kıranlara çıkıp etrafa bakar. Kendi kendini yiyor besbelli. Karşı köye bakıyor kırandan. Titrek kandillerini fark ediliyor köyün. Aşağı fırının yeni çıkarılmış közleri bile belli. Bakıyor Mehmet, sadece bakıyor.
* * *
-Sonra ne oldu?
-Hiç, gittim yattım. Uyku devadır bu merete.
* * *
Sabahın yeni saatleriydi. Beş adam hızlı hızlı yürüyorlardı. Etraflarındaki ağaçlar seçilmeye henüz başlamıştı. Ağızlarından koyu nefesler çıkıyordu. Soğuğu soludukları görülebiliyordu. Yarı dolu yarı buruşuk torbalarını kimi omzuna atmış kimi koltuğunun altına yerleştirmişti. Hiç kimse geride kalmak istemiyordu, burun buruna gidiyorlardı geniş arazide. Hiç biri etrafına bakmıyordu. Lastik ayakkabıların ıslak çakıllarda bıraktığı sesler ve hızla alınıp verilen nefesler duyuluyordu. Aralarından biri hafif duraladı, ceketinin önünü açıp kazağının iç cebinde oyaladı elini biraz. Önde giden gruba yetişip, “Pala, şu çakmağını ver bakalım!” dedi. Pala, omzundaki torbasını öbür omzuna geçirdi, kazağının altından gömlek cebine attı elini, “Valla yanıma almamışım, Mehmet’e sor bakalım.” Sarı, sustu, bir süre sessiz ve hızlı yürümeye devam ettiler. Bu konuşmaları sanki başkası duymamıştı. Sarı, sırasını yavaştan bozuyordu. Her adımda Mehmet’e yaklaşmaya başladı. Biraz sonra Mehmet’le yan yana yürüyorlardı. Sarı, daha fazla dayanamadı. “Mehmet len, çok kızdın mı bana dün?” Mehmet hiç ses etmedi. Tepeleri aşıyorlar, tarlaların kenarlarından aceleyle geçiyorlardı. Sarı bir daha seslendi, “Mehmet len, valla kusura bakma len. Şu ateşini ver de cıgarayı tüttürelim.” Mehmet, devamlı ileriye bakıyordu. Yakın köylerden birinden ezan sesi gelmeye başladı. Mehmet’in gözlerinde küçük değişiklikler oldu. “Bir cigara da bana uzat bakalım!” dedi. Sarı hemen elindeki sigarayı Mehmet’e uzattı. Gözlerini Mehmet’ten ayırmadan bir sigara daha çıkardı cebinden. Mehmet’le ikisi durdular, Mehmet avcunun içinde yaktığı kibriti önce Sarı’ya uzattı, gözlerine baktı, hiçbir şey yokmuş gibi kendi sigarasını da yaktı. Yine çabuk çabuk yürümeye başladılar. Öndeki guruptan Hüseyin, arkasına dönüp hızını kesmeden söylendi. “Haydin len, sabah sabah b.. var şu merette!” Mehmet’le Sarı biraz koşup öndeki guruba katıldılar. Öksürük seslerine derenin şırıltısı da karışmaya başlamıştı. Pala, şapkasını çıkardı, eğilip elini yüzünü yıkadı. Elindeki torbayı Mehmet’e verip “Siz gidin, ben size yetişirim. Çavuşa söyle beş dakkada yetişecek, de.” Dedi. Aldıkları nefes alaca karanlıkta bembeyaz görünüyordu ve su buz gibiydi. Hiç kimse konuşmadı. Pala hızla lastik ayakkabılarını çıkardı. Ceketini, gömleğini, pantolonunu süratle şapkasının üzerine koymaya başladı. Öndeki gurup derenin yükseltisinden kurtulup kaybolmuşlardı.
Pala, dereye girdi abdest almaya başladı. Eliyle su alıp vücuduna sürmeye başladığında titredi. Bütün vücudu titrerken giyinmesi çok zor oluyordu. Zorla giyinip, ellerini koltuğunun altına soktu ve koşar gibi fırladı. Tepeyi aşınca, gözleri sevinçten ışımaya başladı. Az ilerde Mehmet yaktığı ateşin başında onu bekliyordu. Ateşin başında çömelmiş, elindeki çomakla ateşi karıştırıyordu. “Len Mehmet, len Mehmet, len oğlum...” saçından damlayan suları sildi güya, arka cebinden çevresini çıkarıp bir daha bir daha yüzünü sildi durdu ateşin başında. Hiç konuşmadılar. Pala, titremesi geçince ayağa kalkıp zaten eriyip giden ateşin üzerine basa basa söndürdü. Mehmet de kalktı. Birbirlerine bakmadan tez adımlarla karanlıkta kayboldular.
* * *
Pala benden on yaş büyüktü, adama acırdım. Çok yaşamaz bu, derlerdi. Daha geçen sene öldü rahmetli. Turp gibiydi maşallah.
* * *
Mehmet’in gözlerindeki öfkenin değişmeye başlaması Ayşe’yi kaygıdan kaygıya sürüklüyordu. Sigarasız geçen birkaç günü öfkeyle dolduran Mehmet, o gün çok sessizdi. Durduğu yerde duramıyordu. Bahçedeki kıymıkları topluyor, yumruk kadar taşları aşağılardaki tarladan tarafa fırlatıyordu. Attığı taşlar yola kadar bile inmiyordu. Tavukları ayağıyla itiyor, etraftaki birkaç malzemeyi gelişigüzel yerlerine koymaya çalışıyordu. Odunları büyük bir hırsla yarmış, kümesin yanına istiflemişti, yapılacak bir şey yoktu. Normalde yapılacak iş kalmadığında insan içine çıkar giderdi Mehmet. Ayşe, olan bitene anlam vermeye çalışıyordu. Bir yandan çorbayı karıştırıyor bir yandan pencerenin kenarından Mehmet’i gözlüyordu.
Avlu kapısından Ali ağa girdi.
-Mehmet, yarın çifte geliver bize. Mehmet, Ali ağadan tarafa bakmıyordu. Başını salladı. Elindeki pıynar süpürgesiyle tavukların pisliklerini toparlamaya çalışıyordu. Ali ağa, Mehmet’in ne yapmaya çalıştığını anlayamadı. Süpürgenin önündeki pislikler, bir avlaya doğru gidiyordu, bir kümese doğru. Ali ağa, bir kez daha seslendi.
-Mehmet, oğlum, madenden gelince doğru tarlaya geliver. Ali ağa, Mehmet’in geleceğinden emin fakat hangi halde olduğundan şüpheli bir halle dönüp gitti.
Çorbanın köpükleri kabarmaya başlamıştı, neredeyse taşacaktı. Ayşe, son bir kez karıştırıp ocağın altını kapattı. Tencerenin kapağını kapatıp bahçeye indi. Bir süre Mehmet’e baktı. Kapı önünde duran güğümü ve testiyi alıp gitti. Mehmet biliyordu ki, güğüm yarısına kadar doluydu. Yine de gözleri parladı. Bu durumu tuhaf bulmakla beraber, amacına ulaşmak için bir fırsattı. Eve yöneldi, durdu, vazgeçti. Bir daha yöneldi, yine vazgeçti. Elindeki süpürgeyi hınçla yere çaldı. Yarlık olarak kullandığı kütüğün üstüne oturdu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Eline bir kıymık alıp toprağı karıştırmaya başladı. Küçük taşlar vardı, onları çıkarmaya çalıştı yerinden. Bağa taşı derlerdi eskiler. Hasan’ın mezarını kazarken, bir yaz günüydü, hep bu bağa taşlarına rast gelmişti kazma darbeleri. Ufak ufak taşlar iç içe geçmiş ve çok sert bir kütle oluşturmuştu. İnsanların alınlarındaki ve sırtlarındaki ter geldi aklına. Hasan’ın mezarı çok sağlam bir yerde kazılmıştı şüphesiz. Sağlam bir mezarı vardı. Hasan vardı, Hasan yoktu. Gidenler yoktu artık. Eskiler geçiyordu aklından, eskilerin yapıp ettikleri. Bazısına kızıyordu hala ve bazısını da affetmişti ölümün getirdiği tuhaf yumuşaklıkla.
Birden elindeki kıymığı yere sapladı ve kalktı. Eve girdi, susam torbalarını dizili olduğu raflara uzandı ve bir torbasını alıp ceketinin altına koydu. Hırsızlık ediyormuş duygusu hakimdi Mehmet’te. Ayşe’nin tavukları ünleyen sesi duyulmaya başladı bahçeden. Aniden gözleri o tarafa kaydı. Ayak seslerine bakılırsa eve girmek üzereydi. Telaşlı hali mutlaka ele verirdi kendisini. Mutfak ve oturma odasını birleştiren küçük holde karşılaştılar ve Mehmet hızla tuvalete yöneldi. Ayşe, odada işiyle meşguldü. Helaya su döktü Mehmet, ardından ceketinin altındaki susam torbasını çıkardı. Susamları ayakkabısına dökse ancak dolduracak kadardı. Torbanın ağzını iyice büzdü ve ipine bir düğüm daha attı. Helanın küçük penceresinde ileriye doğru baktı ve olanca gücüyle torbayı fırlattı.
Ayşe Mehmet’e nereye gittiğini sormadı. Akşam ezanı okunmak üzereydi. Tedirgin ama değilmiş gibi görünmeye çalışarak çıktı gitti Mehmet.
* * *
Heyecanını yeni yeni yatıştırmışa benziyordu. Bakkalın kapısından girdi, elindeki küçük bez torbayı uzattı ve karşılığında sigara istedi. Bakkal, torbayı açtı, baktı, üstün körü bir bakıştı, beş paket birinci aldı raftan. Sigaraları tezgahın üzerine bırakıp deftere daldı.
Sigaraları ceketinin iki cebine bölüştürdü ve elinde kalan paketi aceleyle açtı. Diliyle sigaranın ucunu yaladı ve pantolon ceplerinde arandığı kibritiyle sigarasını yaktı.
Püfff...
Dünyalar onun oldu.

14 Nisan 2008

ÇOK KISA ÖYKÜLER


ÇOK KISA ÖYKÜLER
Kasabanın tren istasyonunda merak ve heyecan içinde bekliyor. İlk defa tren görecekmiş gibi sadece istasyon binasının karşısında durup raylara bakıyor. Kurumuş otlar ve sıcak dışında bir şey yok ortalıkta. Birkaç yolcu bekleme salonunun kapısında durmuş bavullarının şifresini çözmeye çalışıyorlar.
Çocuk raylara bakıyor. Kurumuş bir salyangoz kabuğu var kullanılmayan raylardan birinde ama onun ilgisini çekmiyor. O sadece trenin gelip duracağı parlak raylara bakıyor. Nihayet uzaktan tren yaklaşıyor. Çok sessiz. Çocuk hala trene bakmıyor. Tren sessizce istasyonun tam karşısında duruyor. Çocuğun gözleri raylarda. İnsanlar sessizce iniyorlar ve biniyorlar. Düdük sesi hayal meyal uzayıp gidiyor. Tren geldiği gibi yavaşça ve gürültüsüz biçimde uzaklaşmaya başlıyor. Tren geçip gittiğinde istasyon binasının hemen arkasına doğru bir adamın elinde upuzun bir yularla zürafa çekip götürmekte olduğunu görüyor. Çocuk beklediği şeye kavuşmuş olmanın heyecanıyla arkasını dönüp taşları tekmeleye tekmeleye uzaklaşıyor istasyondan.
* * *
İtfaiye aracının hemen arkasında bisikletli bir adam…
Hızla pedal çeviriyor. Işıkları yanıp sönüyor aracın. Her sarsıntıda yola sular dökülüyor "http://www.guzel-resimler.com/data/media/32/ku_ve_bisikletli_adam.jpg" grafik dosyası hatalı olduğu için gösterilemiyor.araçtan. Bisikletli adam özellikle o suların üzerinden geçerek itfaiye aracını takip ediyor. O hangi yöne dönerse o da oraya dönüyor. Bir ara ışıklarda duruyorlar. Sonra bisikletli adam biraz geriden takip etmeye başlıyor. Siren sesi olmasa bile itfaiye aracı ışıklarıyla ortalığı kırmızıya boyuyor. Bisikletli adam daha da yaklaşıyor araca. Tam arakasına giriyor. Birden frene basıyor. Başka bir sokağa sapıp daha hızlı giderek bir sokak sonra itfaiye aracının önüne çıkıyor. İtfaiye aracı onu geçip gidiyor. Bisikletini durdurup bir süre arkasından bakıyor adam. Yanıp sönen kırmızı ışıklardan gözlerini alamıyor. Tekrar sürüyor bisikletini peşinden. İtfaiye aracı bir yokuşun başında duruyor. İçinden itfaiyeci elbiseleri içinde bir adam iniyor ve köşedeki büfeye gidiyor. Bir şeyler söylüyor para uzatıyor, sigara paketi gibi bir şey alıyor ve para üstünü de aldıktan sonra araca dönüyor. İtfaiye aracı yavaşça yokuşu tırmanmaya başlıyor. Bisikletli adam yokuşun sonuna kadar takip ediyor aracı. Yokuşun tam başında itfaiye aracı sağa dönüp itfaiye binasına giriyor. Bisikletli itfaiye binasının önünden o yöne hiç bakmadan geçip gidiyor. Gökyüzünde parlak bir dolunay var ve adam aya gülümsüyor.
* * *