Sefer Göltekin ile Ahmet Ağabeyin bizi götürdüğü bir gençlik odasında yaptığımız röportaj. Aramızdan ayrılışından sonra... Bilmiyorum sanki bu konuşma burada olsa ne olur?
Ahmet Uluçay, son yıllarda en çok konuşulan isimlerden biri. Hatta onun adı henüz bir uzun metraj filmi yokken de çok konuşuluyordu. Bunları sinema ile biraz ilgilenen herkes biliyor. Onunla söyleşi yapacaksak, sadece röportaj için gelenlerden farklı olarak, hep yaptığımız gibi sohbet ortamında olsun ne olacaksa diye düşündük. Çünkü röportaj için gelenler sadece sineması ile ilgilendiler. Biz onun edebiyatla da ilgili olduğunu bildiğimizden konuyu bu merkezde tutmaya çalıştık.
-Sinemayla ne yapmak istemiyorsun abi?
-Sinemayla “bayağı sinema” yapmak istemiyorum. Her şeyin bayağısı olur; bayağı insan, bayağı kalem, bayağı çanta, bayağı boya, bayağı resim… Alçalmak istemiyorum hiçbir zaman. Hiçbir zaman insan avlamak amacıyla sinema yapmak istemiyorum. Kitleleri avlamak istemiyorum, bayağılaşarak.
-Peki bu güne kadar Türk Sineması bunu başaramadı mı? Ya da çok mu azınlıkta kalıyor?
Azınlıkta kalıyor maalesef. Türk Sinemasının namusunu yeni yeni Türk sineması yönetmenleri kurtardı.
-Kimdir onlar?
-Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim bir de ben varım.
-Yani umutlu bakabiliriz geleceğe?
-Kesinlikle!
-Yeni Türk sinemasında dışarının bir yansıması söz konusu mu yoksa kendi yatağını buldu mu?
-Hayır, filizlerini verdi.
-Biraz “Sinema ve Edebiyat” konusuna değinmek istiyorum. Sizinle sanırım hiç konuşulmadı?
-Benimle işlenmedi. Ama dergilerde filan böyle bir dosya halinde yer aldı.
-Bunu şunun için sordum. Ben sizi yakından tanıyorum ve edebiyat, bir edebiyat işçisini ne kadar ilgilendirirse sizi de aynı oranda ilgilendiriyor. Bunu nasıl değerlendirmemiz gerekiyor. Yani edebiyatla sinemayı ne zaman iç içe geçirdiniz?
-Belki tabanında edebiyat yatıyor, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ın. Ben ifade güçlüğü çekiyorum yalnız yazarken. O olayı sanki bir sinemada gösteriyormuş gibi, perdede gösteriyormuş gibi onu kelimelerle kurmaya çalışınca beni yoruyor biraz. Aslında ifade güçlüğünden çok malzeme farklılığı mı diyeyim, yöntem farklılığı mı diyeyim yoksa, edebiyat sinema farklılığı canım. Doğaları farklı her ikisinin de.
-Siz kamerayla şiir mi yazıyorsunuz, resim mi yapıyorsunuz?
-Kısa filmler için şiir yazıyor dendi. Bu son filmle ilgili resim yapıyor dendi. Resim belki ama şiir yazmak yerine şiir tadı veriyor diyebiliriz. Ben şiiri çok seviyorum çünkü.
-Önceden şiir de yazıyormuşsunuz!
-Evet yazıyordum. İdris (oğlu) zaten öyle derdi; “En üstün sanat şiirdir baba!” İlk sanat belki de şiir. İnsanoğlunun kendini dünyada bulduktan sonra işte mağaraların duvarlarına resim yapmış sonra şiir söylemiş. Bence, olabilir… İnsan doğasına çok yatkın bir şey, güzel söylemek. İnsanlar da kendi aralarında sosyaliteyi sağlamak için birbirlerine güzel konuşmuşlardır mutlaka. Bu şiir olabilir, bundan şiir doğmuş da olabilir…
-Ahmet Uluçay ne okur, ne kadar okur?
-Ben roman ve şiir okurum. Öyküler çabucak bitiverdiği için, hele o rüyadan uyanıvermek bana şey oluyor; öğle uykusuna yatmış gibi… Böyle, bir yerden çok güzel bir manzara seyrediyorum ama birden ayağım kayıveriyor…
-Ama film için de sürekli bir öykü arayışı içindesiniz?
-E, n’apayım?
-Senaryoyla romanın ne gibi bir bağı var sizde?
-Hemen hemen aynı. Senaryo daha teknik.
-Ama senaryo iskelet gibi kalıyor romanın yanında.
-Ya şimdi gözümün önüne üçyüz milyon bilmem kaç kemikli bir iskelet geldi!
-Yani şöyle, romanın özleştirilmiş hali. Ya da dokusundan ayrılmış hali. Onu görüntüyle veriyorsunuz senaryoda. Senaryoyu dümdüz okumak ayrı bir zevk veriyor, o da okunabilir, yani nasıl bir fark var arada ben hala çözebilmiş değilim?
-Ben de hala çözebilmiş değilim. Hemen hemen aynı, öz olarak, tat olarak, şiir olarak, aksiyon olarak aynı…
-Senaryoları nasıl yazıyorsunuz o zaman?
-Senaryoları ben ilk ameliyatımdan önce, benim güzel bir sesim vardı. Bir arka fon, müzik tuttururdum, devamlı mırıldanarak senaryoları öyle çıkarıyordum. Ve o kulağımda devam eden müzikle birlikte kahramanlarım yanımda yürürlerdi. Ben nereye gidersem onlar da gelirlerdi. Hatta belki de çay bile içerlerdi bu masamda. Sürekli onlarla yaşardım. Müzik yardımcı olurdu. Bunu kaybettim ilk ameliyatımdan sonra. Bu üst solunum yollarında bir yanma olmuş. Müzik yeteneğini, mırıldanmamı kaybedince, biraz ağırlaştı. Bir de öfkelenince ve yanış halinde olduğum zaman daha hızlı çalışmaya başlıyor kafam! Bir ilk resim oluyor. Ben bir resmin peşine düşüp koca bir senaryoyu yazabiliyorum. Önce bana bir handikapmış gibi geliyordu. Fakat bir çok ünlü yönetmenin aynı şeyi yaptıklarını okudum. Öyleyse dedim ben niye yapmamayım. Doğal bir şekilde bende böyle oluşuyor. Çekirden böyle düşmüş ve böyle filiz veriyorsa ben de kendi haline bıraktım.
-Bir ara senaryolarınızın kitaplaşacağı haberini aldık. Bu ne aşamada şu an?
-“Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak” ve “Küller ve Kemikler” İFR tarafından kitaplaştırılacak.
-Filmlerin senaryolarının kitap olarak yayınlanmaya değer bulunması, filmin iyi bir film olduğunun kanıtı olabilir mi? Son zamanlarda örneklerini gördük. Senaryoları kitaplaştırılan filmler hakikaten de iyi dediğimiz filmlerdi.
-Hayır ama böyle bir şey de var sanki.
-Bir de sizin edebiyat dergilerini çok sevdiğinizi biliyorum. Bunun sebebi nedir?
-Niye sevmeyeyim?
-Şuraya getirmek için sordum aslında. Edebiyat dergilerinin okuyucu sayısının, yüz binin üzerinde bir nüfusu olan Tavşanlı’da yüzü geçmediğini sanıyorum. Yani sınırlı bir alan. Siz de bunu fark etmiş olmalısınız ki çok önceleri bir edebiyat dergisi çıkarmayı düşünmüşsünüz. Hatta bir sayı yayınlanmış galiba?
-O meseleyi hiç açmayalım. O bir yara. 78 de. Aklıma geldiğinde kötü oluyorum. Bir arkadaştan 5 lira herhalde para almıştım. O arkadaşı da şimdi göremiyorum buralarda.
-Adı neydi?
-Türkümüz… Tüylerim diken diken oluyor, hatırlamak istemiyorum. İsterseniz bu meseleyi kapatalım. Yani beceremedik diyelim…
-Sinemaya dönelim o zaman. Kamerayı kendiniz kullanmayı istiyor musunuz bazı sahnelerde?
-Şundan dolayı istiyorum; kendime hükmetmek daha kolay.
-Güvenmemekten dolayı değil kameramanlara?
-Değil.
-Mutlaka sizin gözünüz daha başka görür?
-Evet. Bir de yoruyor beni. Yani “biraz sağa, biraz sola…” bunlar yoruyor. Bir de kameramanla kişilik çatışması başlıyor, benim alanıma giriyor diye kameraman, yönetmenle çatışmaya giriyor. Bu da beni çok yoruyor. Bu film maksimum yirmi hadi yirmi beş günde bitecekken, otuz yedi günde bitti. Sette çok hızlı düşünüyorum. Benim düşündüğüm zaman kamera grubu ayak uyduramadığında çok şey kaybolabiliyor. On dakika önce çok güzel bir şey geliyor
-Senaryo dışında mı?
-Hayır teknik senaryo dışında. Öykünün dışında değil. O anda insanın kafası çok daha hızlı çalışmaya başlıyor. Orda şöyle oluyor; “Len getir, anaa çok güzel len burası, buradan bakalım, getir kamerayı! Şu açı…” O orda başka bir şeyle uğraşıyordur sana ayak uyduramaz, vakit uzar, sen saçlarını yorlarsın burada… Sette değiştirilen senaryo değildir. Teknik. Hani beceriksiz eski Türk sineması gibi sette senaryo yazmak gibi bir şey yok! Ben kalemimi defterimi evde unutup geliyorum.
-Siz sinemayı sadece Türkiye için değil dünya için yapıyorsunuz değil mi?
-Evet. Tabii ki.. Sinema ekonomik olarak çok büyük giderler gerektirdiği için, daha çok kişiye ulaşması gerekliliği var yanı sıra, hayır ben yetmiş milyon için sinema yapmıyorum kesinlikle. Fakat yetmiş milyonun diliyle yapıyorum. Onların diliyle konuşuyorum. Onların diliyle konuşmaktan sadece Türkçe’yi kast etmiyorum. Bir çok yerde evrensel bir dili var diye Karpuz Kabuğunun tanımlamaları benim çok hoşuma gitti. Demek ki ben dünya insanıyım.
-Bir şiir(iniz)le ara verelim isterseniz.
-Parmağıyla ilkokul çantama tık tık diye vurur
Cevizdendir, İnegöl işidir kıymetini iyi bil derdi babam
Küçük bir asker bavulu gibiydi ilkokul çantam
Küçük bir askerdim ben de
Siyah önlüğümün içinde bembeyaz bir yürek
Dökülürdüm yollara hava soğuktu okulum uzak
Bir avucumda közde pişmiş sıcacık bir patates
Hem beslenmeliyim hem üşümesin diye elim
Değiştirirdim ara sıra çantamla patatesi
Dikkat ederek çantama
Cevizdendir, İnegöl işidir kıymetini iyi bil derdi babam
Babamın bilmediği bir şey vardı
Her sabah çantamın içine bir gün doğar
Ortasından ekvator geçer
Ve masmavi gökyüzünde çantamın
Güneyden kuzeye göçmen kuşlar uçardı
Gülün bakalım bıyık altından şimdi siz
Söylesem inanmayacaksınız
Siz uyurken çantamın içinde Atatürk Samsun’a çıkardı
Ve bilirdi yedi kere sekizin kırk iki olduğunu
Bilmeseydi eğer Bandırma Vapuru Sinop Burnu’na çarpardı
Ben bir türlü bilemedim aram hiç iyi olmadı hesap kitapla
Nohut ve fasulyeden bir abaküsüm vardı
Hesabını hâlâ verebilmiş değilim hayata
İyi şiir okurdum ama iyi resim yapardım
Eyvah dediler bu çocuk adam olmaz
Yazık oldu çantaya
Cevizdendi İnegöl işiydi…
-Eyvallah. Sinemaya dönelim tekrar. Gölgelerle ne alıp veremediğiniz var?
-Gölgelerin benle ne alıp veremediği var? Çocukken benim tek oyuncağım gölgelerdi.
-Sinemayla gölgenin bir alakası var mı?
-Titan felsefesi ile bu daha güzel açıklanabilir.
-Bir de şey var. Eskiden beri Türk sineması toplumun (dini) değerleriyle dalga geçer bir hava veriyordu. Hala da devam ediyor sanırım. Bu sizde böyle değil.
-Kendini entelektüel görebilmesi için, entelijansiyanın diyelim, Tanrının varlığını inkar eder gibi bir şeyleri var; hastalıkları. Eğer bunu kendine ya da başka birine kanıtlayamıyorsa entelektüel değil. Bir şekçinler sınıfı gibi. Oradan kovulmak gibi. Onun için Tanrıyı inkar, bir. Ermenilere, Kürtlere Türklerin işkence yaptığı gibi kendi ulusunun işkence yaptığı gibi bir suçluluk duygusuna ihtiyacı var. Garip bir şey ama bizim entelektüelimizin böyle bir hastalığı var. İlla ki bir suçu yüklenmek ve Allah’ı inkar etmek… Benim ulusum kesinlikle soykırım yapmadı, kesinlikle. O kadar kolay kanıtlanabilecek bir şey ki nedense defteri açılmıyor. Bu mesele “sıkıysa açın” gibi bir şey. Yok abi benim ulusum böyle bir suç işlemedi.
-Yani Türk sinemasının yaptığı şey önce değerleri görmeyip sonra oraya gelmek mi?
-İlla ki oraya ilişecek. İlla ki bizim değerlerimize ilişecek. Entelektüelimizin işi bu. Sadece sinemayla değil. Edebiyatla başka bir şeyle…
-Peki sizin senaryonuzda bir imam karakteri olsa nasıl olurdu? Son örnek Vizonteledeki kekeme imamdı sanırım. Çarpıcı bir örnek olduğu için.
-İnsan olurdu. İnançları olan bir insan olurdu. İdealize edilmiş olmazdı. Ya da çok bayağılaştırılmış da olmazdı. Kekeme de olmazdı. Ya, namuslu olmak başka bir şey, bir etiği olması insanın başka bir şey.
-Bir şey var sanki, bizden olmayanlarla bizi anlatmak?
-Ama olan şey o kadar gözünüzün önünde ki, normal akıyor hayat, böyle durgun bir nehir gibi ama sizin ona bir şiirsel bakışınız vardır, orası hoşunuza gidiyordur, ne kadar güzel diyorsunuzdur
-Ya da hoşunuza gitmiyordur.
-Evet. Bu sinemaya girer. Edebiyata da girer.
-Bir de son günlerde (Geçtiğimiz günlerde “Siyaset Meydanı” programında da tartışıldı) sanat filmi, sanat olmayan film gibi tartışmalar var. Siz nasıl bakıyorsunuz buna?
-Bu çayla kola gibi hemen ayrımlanacak şeyler değil.
-Daha önce sorduğum bir soruydu. Açarak sorayım. Filmlerinizi sadece görsel öğelerle değil belli bir okuma alt yapısıyla da sağlamlaştırdığınız görülüyor. Neleri ve kimleri okudunuz?
-İngiliz, Fransız edebiyatlarını, Rus edebiyatını.
-Türk edebiyatını?
-Tabi. En sevdiğim romancı Peyami Safa. Kemal Tahir.
-Bu teknik bilgi nereden geliyor?
-Zaman zaman ben kendimi de şaşırtıyorum. Nerden geliyor bilmiyorum. Herhalde bir şeyi çok isteyince bir insan, roman okurken bile onları hep bir çerçeveden görüyorum. Sinema çerçevesinin içinde görüyorum. Yaşamı da böyle.
-Filmini yapmak istediğiniz bir roman oldu mu mesela?
-Hayır. Çünkü öykü de benim olmalı gibi bir şey var. Ne denir ona?
-Bir romanın sinemaya çevrilmesi çok fazla anlamlı değil desek doğru olur mu?
-Roman yerinde çok güzel. Bir de seyirci romanı önce okuduysa onun kafasındaki o güzelim dünyayı bozuyorsun. Bu yazana da bir saygısızlık. Çok satan yazarlar belki romanlarının sinemaya aktarılmasını istemişler. Bir zamanlar TRT’nin biten yabancı dizileri hemen kitaplaşır ve binlerce satardı. Hayır o güzelim dünya yerinde durmalı. Seyirci romanı önceden okuduysa o dünyayı asla bulamayacak, çünkü dil başka. Ve bence dil daha üstün. Dil ile anlatılan. E bir sinemacı bunu nasıl der? O zaman ben neden roman yazmıyorum? Hayır görüntünün gücü fazla. Ama roman okurken görüntü de sunuyor.
Roman okurken içinizdeki yönetmen mi okuyor romanı yoksa keyif almak isteyen adam mı?
Ben çay içerken bile, sigara içerken bile içimdeki yönetmen içiyor. Bundan kopamıyorum. Kopmak da istemiyorum. Bu daha güzel.
-Bu bir oyun olmuyor mu o zaman?
-Hayır hayır bu benim arzu ettiğim bir şey değil. Bu böyle.
-Her şey malzeme o zaman? Doğal mı bu?
-Evet evet tam bu. Doğal çünkü ben onlara dokunmuyorum.
-Küller ve Kemikler’e gelelim. Bu roman mı, senaryo mu, hikaye mi, türü nedir? Okuduğum için soruyorum. Zaten yayınlanacak kitap olarak. En azından bilgimiz olsun?
-Biz onu kısa film için düşünmüştük. Yönetmen işini görürken kapı açılıyor ve kahraman içeriye giriyor diye bir kısa film yapacaktık. Sonra İlker (Berke) şey dedi buna, biraz alaycı, güzleme olur dedi. Fakat kararı ben verecektim İlker’i dinlemedim, elime kalemi alıp kağıdın sol üst başına götürdüm ve akışına bırakıverdim elimi.
-Bu senaryoları romanlaştırmak iyi olmaz mıydı?
-Doğasını bozmak istemiyorum filmin.
-Türkiye’de bir eleştirisizlik ortamı var. Özellikle edebiyat dahil her alanda. Mesela Ahmet Hakan bile sinema eleştirisi yapabiliyor. Herkes yapabilir mi?
-Sinemada eleştiri bol. Edebiyattaki eleştirisizlik eskiden beri var. Benim edebiyata ilk bulaştığım zamandan beri var. Hatta genç yazarlar şairler çığlık çığlığa “ya bi okuyun bi bişey yazın” derler. Yani önem verilmek istiyor çocuklar. Mesela Karadenizli bir spor yazarı, yok yok, bir kulübün idarecisi şöyle diyor, “Karpuz Kabuğu okyanusa açıldı, vira bismillah…” İdris dedi hatta “bu adamların ne alakaları var” diye.
-Karpuz Kabuğundan önce yazdığınız iki senaryo vardı Kuzey Masalı ve Bozkırda Deniz Kabuğu. Bunlar ne zaman film olacak?
-Valla ben Bozkırda Deniz Kabuğunu on yıldır koltuğumun altında taşıdım İstanbul’da. Kapı kapı dolaştım şuna bir bakın diye. TRT çekecekti vazgeçti bilmem ne. Rezil etti beni TRT.
-Ne oldu TRT’de?
-TRT’de ne oldu? Git dediler bunun çekim senaryosunu yaz. Gittim yazdım. Şunu yap dediler yaptım bunu yap dediler yaptım en sonunda dediler ki bu senaryoyu başkası çeksin sen onun yanında asistanlık yap dediler. Ben Schphilberg’in yanında bile asistanlık yapmam ne diyorsunuz dedim. Ama şu anda düşünülüyor bunlar. Çekilecek.
-Bunların dışında var mı?
-Biri diğerinin önüne geçebilir. Benim dışımdaki şartlar yüzünden. Ben önce Bozkırda Deniz Kabuğu’nu çekelim diyorum bizim patron Kuzey Masalı diyor. Ama Bozkırda Deniz Kabuğu ağırlık kazanmaya başladı ne olur bilmiyorum. Beni hayli yoracak. Koca lokomotif arkasında üç dört tane vagon. İleri git stop… geri gel stop… olmadı stop…
-Hikayesinden bir bölüm alabilme imkanı var mı?
-Bu en zor soru. Köy merkez. Çevre dağların ufuk çizgisi sınır. Bu kadarcık bir dünya. Bu dağların arkasında ne var. O dağların arkasını bilmeyen bir köy çocuğu için dağların ardı… Deniz diye bir şey duymuş ama bilmiyor. Böyle bir çocuk, çoban çocuğu. Bir gün ona, cim derler ya cim, bizim buralarda böyle derler de başka yerlerde ne derler bilmiyorum, o cim çimdikliyor içini ondan sonra sorular başlıyor çocuğun kafasında. Çözmeye çalışıyor ufkun ötesindeki dünyayı.
-Çocuklar hep olacak mı filmlerde? Kendi çocukluğunuz mu anlattığınız?
-Hayır. Çocuk masumiyet demek. Çocukların kedilerin ve delilerin olmadığı bir film düşünemiyorum.
-Her zaman sohbet ediyorduk, bu da onlardan farklı olmadı sanırım. Teşekkür ediyorum.
…
Derkenar, 8. sayı (Mart-Nisan 2005)
Ahmet Uluçay ulucay röportaj roportaj
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder