03 Kasım 2010

DR. ADİL YİĞİT’LE DOBRA DOBRA

14 Temmuz 2010
DR. ADİL YİĞİT’LE DOBRA DOBRA
Sevgili okurlarım bu kez iş dünyasından değil de hayatımızın içinden birini konuk ettik. Tavşanlılı bir konuğumuz var bu sayımızda. Dr. Adil Yiğit ile ilaçları, tıbbı, kendi uzmanlık alanlarını, insanımızın ilaç ve şifa algısını konuştuk. İlk iki sınıfı burada sonrasını Almanya ve Amerika’da okumuş olan hekimimiz mesleğinde devamlı ilerleyen, yerinde duramayan, sürekli araştıran örnek insanlardan birisi. Onu daha yakından tanımak gerekiyordu. Siz değerli okurlarımızı böyle bir fırsattan mahrum etmemek adına bu fırsatı kaçırmadık. Böylece hem tarihe bir hemşerimizin başarılarını kayıt düşmüş olacaktık hem de burada çok kalmayacak olan hekimimizi saygı ve teşekkür ile anmış olacaktık. Evet, konuştuk ve çok memnun kaldık. Çok şeyler öğretti bu konuşma bize. Umarım siz okuyucularımız da bu konuşmadan faydalanırsınız.

Mustafa Uysal: Önce tanışalım isterseniz.
Dr. Adil Yiğit.: Almanya’da doğdum ve büyüdüm. 4 kardeşiz. 16 yaşımda Amerika'ya gittim. Lise, üniversite ve uzmanlığımı Amerika’da bitirdim. İhtisas yaptığım alan chiropractic (Kayropraktik). Bu uzmanlık alanı Amerika’da, tıbbın içinde barındırdığı bir dal, Türkiye’de henüz tanınmıyor. Chiropractic hekimleri iskelet sistemin biyomekanik düzeni üzerine ihtisas yaparlar.


M.U.: Burada bildiğimiz hangi alana daha yakın oluyor, anlamamız açısından?
A.Y.: Şu şekilde izah edebiliriz: Bizim bildiğimiz fizik tedavi uzmanlık alanı Amerika'da yok. Orada ortopedi alanında eğitim görürsün ve cerrahi müdahale veya fizik tedavi yapan ortopedistler olarak branşlaşırsın. Chiropractic hekimlerini de fizik tedavi yapan ortopedistler olarak görebilirsiniz.

M.U.: Şu an biyoenerji ile uğraşıyorsunuz...
A.Y.: Bir kaç yıldır doğal tedavi yöntemlerini fizik tedavi programıma entegre etmeye çalışıyorum. Bunların içinde biyoenerji ve akupunktur da bulunmaktadır. Ancak ben klasik bir biyoenerjist veya akupunkturcu değilim. Klasik bir biyoenerjist veya akupunkturcu, önüne gelene seans uygular, şikâyeti ne olursa olsun yeter ki siz ücreti ödeyin. Ben biyoenerji veya akupunktur alanındaki bilgilerimi sadece kendi uzmanlık alanım içindeki sorunlarda ek tedavi yöntemi olarak kullanıyorum. Fizik tedavide elliye yakın tedavi metodu vardır, ben akupunktur ve biyoenerjiyi bunlara dâhil etmiş bulunuyorum.

M.U.: Anlıyorum, sonradan edindiğiniz bu iki özelliğinizi kendi uzmanlık alanınızda kullanıyorsunuz.
A.Y.: Fizik tedavi çok ilginç bir alandır. Hekimliğinizin dışına çıkıp gerektiğinde bir teknisyen veya bir araştırmacı olarak hareket edebilmelisiniz. Fizik tedavi, ilaçların çözüm üretemediği, cerrahi müdahalelerin mümkün olmadığı veya sonuç vermediği vakaların gönderildiği son ümit noktasıdır. Bu bilinç içinde hareket eden bir hekim, elinde ne kadar farklı tedavi yöntemi barındırırsa, hastalıklara karşı vermiş olduğu mücadelede, o kadar başarılı olur. Örneğin bir bel fıtığı vakasının tedavisi klasik fizik tedavi yaklaşımı ile bizim 3 haftamızı alır. Ancak her seansa 20–30 dakika biyoenerji uygulamasını eklediğimizde bu iyileşme sürecini 10 güne kadar düşürebiliyoruz. Biyoenerji ve akupunktur gibi yöntemleri elektrik akımı veya ultrason gibi klasik fizik tedavi yöntemleri içine dâhil etmek elinizdeki silah gücünü arttırır. Bir yöntemle tıkandığınız noktada diğer bir yöntemle ilerleyebilirsiniz

M.U.: Anladığım kadarıyla sizin uzmanlık alanınızda kabul edilmiş bir biyoenerji tedavisi yok. Siz mi dâhil ettiniz ve biyoenerji ile ne zaman tanıştınız? İki soruyu aynı anda sormuş olayım.
A.Y.: Gurbetçi bir ailenin çocuğu olarak, ailem beni çok zor maddi şartlar altında Amerika’ya gönderdi. Aileme karşı sorumluluğumun bilincindeydim ve Amerika’daki imkânlardan en iyi şekilde yararlanıp kendimi çok iyi geliştirmem gerekiyordu. Örneğin bir profesör derste “Bu hafta sonu futbol turnuvası var. Ben görevli hekimim. Bana yardımcı olmak isteyenler var mı?” diye sorardı. Bütün arkadaşlar o haftanın ders ve sınav yorgunluğunu üzerlerinden atmak için eğlenmeyi düşünürken ben, acaba o profesörden bir şey öğrenebilir miyim, diyerek elimi kaldırır ve hafta sonumu turnuvada geçirirdim. Buna benzer nice örneklerden bahsedebilirim. Şu an nice hastalar bilgilerimden faydalanabiliyorsa bu, o zaman gösterilmiş fedakârlıkların sayesindedir. İnsan kendi bilgi ve becerilerini sürekli geliştirmek için kendisini tatlı rekabetin içine sokması gerekir. Ben de bunu yaptım. Benimle beraber mezun olan 50 hekim, artı daha önceden mezun olanları kendime rakip yaptım. Onca hekim arasında bir hastanın beni seçmesi gerekliydi. Bunu sağlayabilmek için bilgi ve beceri olarak diğerlerinden farkım olmalıydı. Bu hedef doğrultusunda uzmanlık eğitimimin dışında farklı arayışlar içine girdim. Bunlardan birisi akupunktur alanındaki eğitimim. Profesörlerden birisi üniversite çatısı altında hafta sonları akupunktur kursları sundu. Bir yıl süren kurslar, sınavlar ile sonuçlandı ve başarı ile tamamlayanlara sertifikalar verildi. Akupunktur sertifikam o dönemde alınmıştır. Biyoenerji alanındaki çalışmalarım veya bilgilerim 4 yıldan beridir. Dört yıl önce bir hastam akupunktur seansı esnasında ellerimden kıvılcım aktığını hissetmiş ve bunun üzerine biyoenerji hakkında bilgim veya eğitimim olup olmadığını sordu. Ben de herhangi bir bilgim veya çalışmam yok dedim.
Bu soru beynimde takılı kalmıştı. Ben aynı zamanda karate ve kikboks hocasıyım. Biz uzak doğu sporlarında meditasyon egzersizlerini dönem dönem yaparız. Boş zamanlarında farklı meditasyon teknikleriyle ellerimdeki enerjiyi ortaya çıkarmaya ve hissetmeye başladım. Bu akımları hissetmeye başlamıştım ama bunların ne olduğunu bilmiyordum. Bunun teorik altyapısını bilmiyordum. Hekimlik kutsal prensipler üzerine kuruludur. Bunlardan birisi, fizyolojik altyapısını bilmediği bir hastalığı asla tedavi etmez ve fizyolojik etkisini bilmediği bir tedavi yöntemini asla uygulamaz. Şimdi sıkıntı şuydu: Elinde bir güç var ama ne olduğunu ve bedeni nasıl etkilediğini bilmiyorsun. Bu hem hekimlik prensibine aykırı hem hastanın birisi sorduğunda “Hocam ne yapıyorsun?” nasıl cevaplayabilirdim? Biyoenerji hakkında internet sayfalarında araştırmalar yaptığımda, bütün bilgilerin Budizm ve ateizm felsefeleriyle örülmüş olduğunu gördüm. Anlatılanlar bir bilim adamı olarak bana mantıklı gelmedi. Ama ellerimde o enerji akımlarını da hissedebiliyordum, onları inkâr edemezdim Yani bir şey var ama ne? Bunun sırrını kendim çözmem gerektiğini anladım ve araştırmalara koyuldum. Almanya’da tıp fakültesinde çalıştığım dönemde beyin araştırma bölümünde çalıştım. Araştırma konusunda hem tecrübem hem de kapasitem vardı ve ben de buna güvenerek işe koyuldum.

M.U.: Peki nedir bu biyoenerji?
A.Y.:  Farklı enerji türleri vardır, kimyasal, elektrik, ısı gibi. Eğer bu enerji türlerini bir makine değil de “Biyolojik.” yani yaşayan, canlı bir varlık üretiyorsa o zaman biz bu enerjiye “Biyoenerji.” deriz. Bunun en güzel örneği “Isı.”dır. Isı bir enerji türü müdür? Evet, öyledir. Bunu bizim bedenimiz üretiyor mu? Evet üretiyor.  Bedenimiz 37,6 derece ısı ile çalışır. Bu ısı nereden gelir? Bedenimize bu ısıyı sağlayan, yani kazanımız çalışan kaslar ve hücrelerdir. Tesisat, yani bu ısıyı bedene yayan borular da kan damarlarıdır.
Fizik tedavi yöntemlerinin yüzde 70- 80’inin ısıyla alakalı olduğunu biliyor muydunuz? Kaplıcalar, hotpackler, parafin, enfraruj, diatermi, hatta ultrason bile ısı aktarma yöntemleridir. Ultrasonun özelliği ise 6–8 santimetrelik derinliğe kadar o ısıyı dağıtabilmesidir. Isının bedende rahatlatıcı, kasları gevşetici, ağrıları dindirici bir etkisi var. Şu soru aklınıza gelebilir: Eğer ısının bedenimizde böyle bir etkisi varsa ve fizik tedavi farklı cihazlar sayesinde bundan faydalanıyorsa o zaman, bizde var olan ısıyı neden tedavi amaçlı kullanmıyoruz?
 
M.U.: Doğal bir makine diyorsunuz yani?
A.Y.: Aynen. Almanya’da bulunan Frauenhofer Enstitüsü (Mp3’ü icat eden enstitü), insan bedenin ürettiği ısıyla elektronik cihazları çalıştırma gayretinde. İnsan bedeni ile çevresindeki derece farkı 1–2 derecedir. Bu fark termodinamiğin belirli yasalarını devreye sokar ve ısı yüksek dereceden, kendisinden daha az olana doğru akar. Eğer bir yerde akım varsa burada elektrik de kazanılabilinir. (Örneğin barajlar.)  Fiziğin bu yasasından, biyoenerji uzmanı da yararlanır. Biyoenerji uzmanı elini koyduğu an hastanın genelde ilk hissettiği biyoenerji uzmanının elindeki sıcaklıktır. Bu sıcaklık farkı akımların, biyoenerjistin elinden hastaya doğru akmasını sağlar. Enerji uzmanın yapması gereken bir şey yoktur, temas kurulduğu an akımlar harekete geçer.

M.U.: Suyun aşağıya doğru akması gibi mi?
A.Y.: Hayır, öyle değil. O yer çekimi ile alakalı bir durum. Buradaki durum çok farklı. Bir taşa oturduğunuzu düşünün: Sizin bedeniniz 37 derece ve soğuk bir günde taşın derecesi ise 5. Burada bir ısı farkı var. Taşa oturduğunuz an doğanın kanunları devreye girer ve akımlar yüksek orantıdan kendisinden az olana doğru akar. Bu örnekte taşı ısıtmak için sizin bedeniz ısı kaybetmeye başlar ve “Böbreğimi üşüttüm.” sendromu doğar. Siz isteseniz de istemeseniz de temas kurulduğu an akımlar harekete geçer. Sıcak bir havada taşlar güneşin ısısını emer ve 40–50 derecelere kadar ısınırlar. Öyle bir günde taşa oturduğunuz zaman bu sefer taşlar sizin bedeninizin 37,6 derecesini ısıtmaya kalkar. Bu akımlar doğaldır. 

Bir şeyin “Alternatifi” olabilmeniz için o şey sizden daha önce var olması gerekli. Eğer siz “Tıp” olarak doğayı kendinize bir “Alternatif” olarak görüyorsanız “Ben senden daha önce var oldum.” iddiasını gütmektesiniz. Şimdi doğa mı daha önce vardı, yoksa modern tıp mı?

M.U.: Bütün bunların eğitimini aldınız, öğrendiniz. Kendi alanınızda uzmanlaştınız. Sonradan uyguladığınız bu yöntemlere alternatif tıp diyebilir miyiz ya da bu yöntem Türkiye’de nasıl karşılandı?
A.Y.: Ben klasik bir biyoenerjist veya akupunkturcu gibi çalışmadığım için bu tür ön yargılar ile fazla karşılaşmıyorum. Belirli bir alanda uzman hekimim ve alanım dışında hastalara bakmıyorum. Bu beni ön yargılara karşı koruyor. Diğer avantajım ise fizik tedavinin farklı tedavi metotlardan oluşması, bunların içine biyoenerji ve akupunktur gibi yöntemleri de hastanın fazla gözüne batmadan entegre edebilmemizdir.
Gelelim alternatif tıp kavramına…
Bir şeyin “Alternatifi” olabilmeniz için o şey sizden daha önce var olması gerekli. Eğer siz “Tıp” olarak doğayı kendinize bir “Alternatif” olarak görüyorsanız “Ben senden daha önce var oldum.” iddiasını gütmektesiniz. Şimdi doğa mı daha önce vardı, yoksa modern tıp mı?

M.U.: Bugünkü tıp alternatif tıptan beslendi diyebiliriz o zaman?
A.Y.: Modern tıbbın anası doğadır. Modern ilaçların ham maddesi doğal kaynaklardandır. Bunlar hayvanların ürettiği sıvılar, bitkiler veya taşlardan elde edilen maddelerdir. Doğal kaynaklarda bulunan maddeler ile modern ilaçların arasındaki fark, etken maddenin daha yüksek dozajlarda sunulması. İki bin yıl önce modern tıp yoktu ve o dönemin hekimleri bitkiler ile tedavi etmekteydi. Bu hekimlerin üstadı ise İsa Aleyhisselamdı ve İsa (A.S.)’da hastalarını eliyle tedavi ederdi. İsa'dan (A.S.) sonra ve 500 yıl boyunca Antakya'da papazlar biyoenerji seansları uyguladılar. Hatta halktan o kadar çok ilgi vardı ki meydanlarda platformlar kurarak halka toplumsal biyoenerji seansı uygulamak zorunda kalmışlardır. İnsan bedenini sadece bir et parçası olarak görmemek gerekir, bu kadar basit bir yaratık değiliz biz. Bilmediğimiz daha nice sırları insan bedeni içinde barındırıyor. Kısacası tıp, doğanın bir alternatifi, doğanın bir tamamlayıcısıdır.
Türkiye’de veya doğal tedavi yöntemleri ile uğraşan insanlarda biz şu sıkıntı ile karşı karşıyayız; eğer insan bedeni ile uğraşıyorum diyorsanız, insan anatomi ve fizyolojisi hakkında temel bilgilere sahip olmak zorundasınız. Araba motorundan anlamayana arabanızı tamir ettirir misiniz? Sizin bedeniniz bir arabadan daha değerli ve daha kutsal ve bu değeri önünüze gelene teslim etmeyin. Türkiye’de yaygın olan kırık çıkıkçılar veya bel çekenler, el pratikleri, uygulama yaptıkça gelişmiş olabilir ama uğraştıkları bölgenin yapısal özünü bilmiyorlarsa on hastaya faydalı olabilirler ama on birinci hastanın canını feci bir şekilde yakabilirler. Artı anlattıkları ile komik duruma düşerler. Örneğin elleri ile fıtığın bulunduğu yeri tespit ettiklerini söylemeleri gibi. Bel veya boyun fıtık oluşumu kemiğin içinde gerçekleşir ve yüzeyden hissedilmesi mümkün değildir.

“En iyi hekim, hastalarını en az ilaçla tedavi edebilendir.”

M.U.: Türkiye’de özellikle Tavşanlı’da çalışıyorsunuz nasıl karşılandı bu çalışmalarınız? İnsanlar nasıl bakıyorlar yöntemlerinize?
A.Y.: Türkiye’ye geldiğimde en çok dikkatimi çekenlerden birisi de çok fazla ilaç bağımlısı bir millete sahip olduğumuzu görmem oldu. İlaç şirketleri ile anlaşmalara giren ve halkımızı bu duruma sokan hekimleri vicdanları ile baş başa bırakıyorum. Diğer yandan devlet büyüklerinin ihmali çok büyük çünkü halk bu konuda çok cahil kalmış. Amerika’da yaşlı hekimlerin bir deyimi vardır “En iyi hekim, hastalarını en az ilaçla tedavi edebilendir.” Buradaki anlayış, bir hekim ne kadar çok ilaç yazarsa o hekim o kadar iyidir şeklinde maalesef. Hâlbuki insanlar şunu anlamamakta, bir ilaç şirketi hiçbir zaman hastalığı yok etme niyetiyle bir ilaç üretmez. Onu yaptığı anda hastalık kalmaz ve üretilen ilaçlar satılmaz. İnsanoğlu bu gerçeği kavradığı anda, ilaç tüketimine daha bilinçli ve mesafeli davranır.
 
M.U.: Sürekli satış tekniği yani?
A.Y.: Bunun çok basit örnekleri var. Şeker hastalığı, pankreastaki beta hücrelerin insülin üretememesinden kaynaklanır. Türkiye’de 6 milyon şeker hastası var. Siz laboratuarda çalışan bir uzman olsanız ve size böyle bir sorun getirilse sizin ilk hedefiniz, eğer işinizde samimi ve dürüstseniz, pankreasın neden insülin üretimini kestiği ve bunun nasıl tekrar canlandırabileceği sorularını cevaplamak olur.

M.U.: Sorunu buradan başlayarak çözeriz sanırım.
A.Y.: Aynen öyle. Şimdi ilaç şirketlerin yaklaşımını size anlatayım, eğer pankreas insülin üretemiyorsa bu, bizim için sorun değil, biz attan veya domuzdan üretir, insanlara satarız. Araştırmalarda samimiyet veya iyi niyet yok. Amaç ömürlük aboneler kazanmak. Her gün ve ay satılan ilaçlar ve bunlara bağımlı insanlar yaratmak. İnsan sağlığı üzerine korkunç bir ticaret. Bu durum astım, guatr veya kalp rahatsızlıklarında da şeker hastalığından farklı değil. Amaç iyileştirmek değil ömür boyunca insanları o ilaç tüketimine zorunlu kılmak.

Biz 50–60 yaşlarında gördüğümüz hastalıkları 20–30 yaşlarındaki gençlerimizde görmeye başlıyoruz. Hangi yabancı şirket Türk halkın sağlıklı ve güçlü bir toplum olmasını veya güçlü bir nesil geliştirmesini ister?

M.U.: Sürekli müşteriler ediniyorlar bu sayede.
A.Y.: Aynen öyle. Toplumumuzun bu konuda aydınlanması gerekir. Biz 50–60 yaşlarında gördüğümüz hastalıkları 20–30 yaşlarındaki gençlerimizde görmeye başlıyoruz. Hangi yabancı şirket Türk halkın sağlıklı ve güçlü bir toplum olmasını veya güçlü bir nesil geliştirmesini ister? Aldığımız her ilacın bedendeki etkisini çok iyi araştıralım ve ona göre alalım. Bir kas gevşeticinin veya ağrı kesicinin eklem veya kas sorunlarını çözmediğini anlamamız gerekir. Bunların semptomlara yönelik, sıkıntının kaynağına yönelik verilmediğini bilmemiz gerekir. 20 yıllık bir şikâyetin, bir ilaçla sıfırlanamayacağını, eski gençlik haline dönüştüremeyeceğini bilmemiz gerekir.

İskelet sisteminin bozulması fiziki etkenler yüzündense iyileşmesi de fiziki etkenlerden geçer.

M.U.: Siz ilaçsız çözüm üretebildiğinizi söylüyorsunuz bütün bunlarla birlikte, öyle mi?
A.Y.: Fizik tedavi zaten ismi üzerine fiziksel eylemlerde bulunarak tedavi etmektir. Fizik tedavi her türlü ilaç veya cerrahi müdahaleyi geçiren ama sonuç alamayan vakaların, yönlendirildiği son noktadır. Ondan dolayı fizik tedavinin ilaç ile fazla ilişkisi olmaz. Fizik tedaviye gelen hastalar, daha önceden her türlü ilacı denemiş ve sonuç alamadıklarından fizik tedaviye yönelmişlerdir. Fizik tedavinin son basamak olmasının sebebi şudur: Fizik tedavi programları genelde 15–20 seans sürer. Devlete seans başına ücret kestiğin an bu rakamlar 1000 TL’yi geçebilir. Eğer bu rahatsızlıkların ilacı olmuş olsa 10–20 TL’lik iğne veya hap alır sıkıntıları çözerdin ve bu şekilde hem devleti büyük maliyetten hem hastayı zaman kaybından kurtarmış olurdun. Artı bizler de kar ederdik, ben bir saatte bir hastaya bakıyorsam yine aynı saatte elli hastaya bakar, herkese bir kaç kutu ilaç verir eve gönderirdim. İç hastalıklarına yönelik ilaçların bir nevi faydası var ama iskelet sisteminde yok. Bu, iskelet sisteminin yapısal durumu, biyomekanik işleviyle alakalı. Bir iç organ, iskelet sistemi gibi yük taşımıyor veya hareket etmiyor. İskelet sistemi belir açılarda hareket eder ve zaman içinde yıpranır ve arızalanır ama ilginç olanı, bozulması fiziki etkenler yüzünden oluyorsa, iyileşmesi de fiziki etkenler üzerinden geçer.

M.U.: Bir böbreğin mantığı ile çalışmıyor yani?
A.Y.: Kesinlikle aynı çalışmıyor. Zaten ilaçlık veya cerrahilik bir durum olmuş olsaydı, fizik tedavi aşamasına gelmeden müdahalesi yapılmış olurdu.

M.U.: Siz hangi tür hastaları tedavi ediyorsunuz ve insanlar size hangi aşamadan sonra geliyor ve sizin diğer fizik tedavi uzmanlarından tam olarak farkınız neler?
A.Y.: İskelet sistemi vakaları veya diğer adıyla ortopedik vakalar. Ancak nörolojik vakalarda iskelet sistemini etkilediği ve iskelet sistemi bir yandan da nörolojik hatların dinamosu olduğu için nörolojik vakalar da uzmanlık alanımızın içine girmektedir. Nörolojik vakaların fizik tedaviye sıkça yönlendirildiği için bu tür hastaların sıkıntılarını daha iyi anlayabilmek ve çözebilmek için uzmanlığım dışında üç yıl boyunca nörofizyoloji alanında kurs gördüm. Bu bilgiler ve eğitim sayesinde nörolojik ve ortopedik vakaların muayenesini, teşhisini ve fizik tedavisini yapabiliyorum.

M.U.: Diğer hekimlerden farkınız burada ortaya çıkıyor sanırım.
A.Y.: Aslında kendimi sadece bir alana sığdıramıyorum. Bazen insanlar “Hocam onca uzmanlık aynı anda olabilir mi?” diye soruyorlar. Ama röportajımızın ilk anlarında bahsettiğim gibi bu, insanın kendisini geliştirmesi ve farklı olma çabasının bir sonucudur. Demek olabiliyormuş. Ben bir ortopedistim. Buradaki ortopedistlerden farkım, cerrahi müdahale ile değil fizik tedavi ile tedavi yapmam. Bu benim için bir kayıp değil, çünkü bir ortopedistin kliniğine akın eden hastaların %90 cerrahi müdahale gerektirmeyen vakalar. Buradaki fizik tedaviciden farkım ise fizik tedavi ortopedik vakalar ile ilgilenir ama fizik tedavi uzmanı ortopedi uzmanı değildir. Ben ise ortopedi uzmanıyım, o yüzden buradaki bir fizik tedavi uzmanının hastalığa yaklaşımı ile benimki çok farklı. Fizik tedavi ayrıca nörolojik vakalar ile ilgilenir ancak fizik tedavi uzmanının nörolojik alanda ihtisası yoktur, benimse var. Nöroloji alanındaki bilgilerim sayesinde nörolojik bir vakanın fizik tedavisini daha bilinçli ve sağlıklı yapma şansına sahibim. Bu incelikler hastanın ayağa kalkıp kalkamayacağını belirleyebilir.


M.U.: Bütün bunların yanında biyoenerji de uyguluyorsunuz.
A.Y.: Klasik bir tıp hekiminden, diğer ayrıcalığım ise biyoenerji, akupunktur ve manipülasyon gibi yöntemleri de uygulamamdır. Bir artım da tedavileri bizzat kendim yapmamdır. Hastalar ile birebir çalışmalarım kendim yapıyorum. Eğer klasik bir fizik tedavi merkezine gitmiş olsanız, hekiminiz muayenenizi yapar ve sizi orda çalışan elemanlara emanet eder. Ben hastalarımın tedavisini bir hemşirenin veya fizyoterapistin eline bırakmıyorum. Hasta dokular ile bizzat kendimin ilgilenmesi, sürekli dokular ile temas halinde oluşumu sağlar bu da dokular ve hastalıklar hakkındaki bilginizi sürekli artırır. Sağlıklı doku ile sağlıksız doku arasında fark vardır, elinizle hissettiğinizde bunu ayırt edebilirsiniz. Bu hisleri de ne kadar çok dokular ile temas halinde olursanız o kadar çok geliştirebilirsiniz.  

M.U.: Hastadan hiç kopmuyorsunuz yani?
A.Y.: Evet bu çok önemli. İlk önce hastaya Psikolojik olarak güven veriyorsunuz. Bu iyileşmenin başlangıç noktasıdır. Hasta doktor arasında o güven ilişkisini kuramazsanız, hastanızı baştan kaybeder, yapacağınız her türlü müdahale boşuna yapmış olursunuz. Diğer yandan hastalıkların tedavisiyle bizzat kendiniz ilgilenmeniz kendi bilgi ve becerilerinizi geliştirmenizi sağlar. Bu, sadece el veya pratik becerilerinizi geliştirme yönünden değil, koyduğunuz teşhislerin doğruluğunu takip etme yönünden de çok önemlidir. Örneğin bir uygulama yapıyorsunuz ama hastanın şikâyetleri çoğaldı, bizzat kendiniz yaptığınız için yapılan yanlışı veya dokuların gösterdiği reaksiyonu görüp oradan bir ders çıkarabiliyorsunuz. Günde 50 hastayı muayene edip bunlara teşhis koymakla yetinilmemeli. Konulan teşhis ve yazılan fizik tedavi programın dokular üzerindeki etkisini bizzat takip etmeli. Bir hastanıza bel fıtığı teşhisi koydunuz ve fizik tedavi programı yazdınız ancak bir kaç gün fizik tedavi uygulaması ağrılarda herhangi bir değişime sebep vermedi. Tedaviyi de bizzat siz yaparsanız, o zaman aletlerin tedavi ettiği bölgenin bir kaç santim aşağısına veya yukarısına uygulama yapmaya başlarsınız ve bir bakarsınız ki ağrılar dindi. O zaman “Demek bu tür rahatsızlıkların kaynağı burası.” diyebilirsiniz. Uygulamadan bir ders çıkarmış olursunuz ve aynı hatayı başka bir hastada yapmazsınız. Bu şekilde teşhis kabiliyetinizi sürekli geliştirirsiniz.

M.U.: Daha özel bir soruya geçelim. Neden Tavşanlı’yı tercih ettiniz?
A.Y.:  Allaha şükür Türkiye çapında belirli bir kariyere sahibim. Ailem Almanya’dan emekli olup köye yerleştiğinde onları ziyaret edişimden dolayı daha sık bu yöreye gelme şansına sahip oldum. Her geldiğimde çevre köylerdeki vatandaşlarımız aileme tembih ederdi: "Oğlunuz tekrar gelirse lütfen haberimiz olsun, ona göstermek istediğimiz bir hastamız var.” diye. Zaman içinde o insanların maruz kaldıkları yanlış teşhis ve müdahalelere şahit oldukça yöremizin iyi hekimlere ihtiyaç duyduğunu fark ettim. Ben de kariyerimden bir kaç yılı yöremizdeki vatandaşım için feda edeyim diyerek buraya yerleştim. Uzun vadeli düşünmedim. İki yılım geçti burada ve bu yıl içinde Tavşanlı’dan ayrılmayı düşünüyorum.

M.U.: Sitenizde kanserle ilgili bir bölüm var. Kanser vakalarına müdahale edebiliyor musunuz?
A.Y.: Bu arada sayın okurlarımızı web sayfamıza davet ediyorum. Fizik tedavi veya doğal tedavi yöntemleri hakkında en kapsamlı bilgileri toparladık. www.safmeh-saglik.com altında bize ulaşabilirler. Fizik tedavi vakaların dışında hasta bakmam. Her şeyden anlıyorum diyen birisi genelde fazla bir şeyden anlamaz artı her şeyi tedavi edebilirim diyen birisi, diğer uzmanlara saygısızlık etmiş olur. Bu tür inceliklere çok dikkat ederim. Ancak fizik tedavide kullandığımız bazı yöntemleri iç hastalıklarında da kullanabiliriz. Bilhassa akupunktur ve biyoenerji bize sınırsız imkânlar tanır. Biz de bu tür uygulamaların sınırlarını ve gücünü tespit etmek için numune hastalar alırız ve bunların üzerine çalışmalar yaparız. Bu numune hasta grubu kanser hastalığıdır. Yılda en azından bir tane kanser hastası alırım ve buna bir ay boyunca biyoenerji seansı uygular ve sonunda tomografi filmi çekerek tümörün seans öncesindeki hali ve sonrasını kıyaslarım.
Üzerinde çalıştığım diğer bir hasta grubu ise şeker hastalığıdır. İnsüline bağımlı şeker hastalığı, bedenin savunma mekanizmalarının pankreasa saldırısı sonucu oluşur. Eklem romatizması da bedenin bağışıklık siteminin saldırısından kaynaklanır. Biz fizik tedavide, eklem romatizmasına karşı biyoenerji ile çok başarılı sonuçlar alabiliyoruz. O zaman şöyle bir mantık sorusu aklımıza gelebilir ve geldi de “Eğer eklem romatizmasına biyoenerji ile faydalı olabiliyorsak o zaman pankreasa olan saldırıyı da dindirebilmemiz lazım değil mi? Çünkü ikisinin kaynağı da aynı.” Sadece belirli şeyleri hesaplayamıyorduk, örneğin “Ölen bir pankreas hücresini tekrar canlandırabilir miyiz?” Bu tür soruların cevabını da oturduğumuz yerden vermemiz bilim adamlığımıza yakışmaz, bunları ancak çalışmalar ilerledikçe çözüme kavuşturabiliriz.
Kanser hastalarında ise şu mantıkla yola çıktık: Dünyanın farklı köşelerinde kanseri yenen insanları etüt ettiğinizde, onları birleştiren bir ortak noktaları olduğunu görüyorsunuz. Bu ortak nokta, gördükleri kemo veya ışın tedavisi veya aldıkları bitkisel ilaçlar değil. Hepsinin bir tek ortak noktası var o da morallerinin iyi olması ve hayata olumlu bakmış olmalarıdır. Pozitif düşünceler uzun dalgalı frekanslar halinde çevreye yayılır, negatif düşünceler ise kısa dalga boyutunda. Evrende zararlı olan boyutlar kısa dalga boyutunda olan frekanslardır. Biz biyoenerjiyi araştırırken, bu konuları deşifre etmiştik. Seansları pozitif düşünceler ve bu düşüncelerin oluşturduğu enerji akımlarını ellere yönelterek uyguluyorduk. Kanser hastaları da pozitif moral taşıyarak, bilinçaltından kendilerine seans uygulamaktalar ama bunun farkında değiller. Onlar bilinçaltında bu kanseri yenebiliyorlarsa, o zaman biz bilinçli bir şekilde bunu uygularsak daha başarılı bir sonuca varmamız gerekliydi.

Toplumumuzu ilaçlar konusunda tekrar uyarmak isterim; ilaçlara bağımlı bir hayat yaşamasınlar. İlaçlardan mucizevî sonuçlar beklemesinler. Günlük egzersizlerini ihmal etmesinler. Yemek konusunda aşırıya gitmesinler. Gece uykusunu ihmal etmesinler.

M.U.: Bilgilendirdiğiniz için teşekkür ederim. Özellikle kanser alanındaki çalışmalarınızda umarım daha büyük başarılar sağlarsınız. Son olarak eklemek istedikleriniz nelerdir, bir mesajınız var mı?
A.Y.: Toplumumuzu ilaçlar konusunda tekrar uyarmak isterim; ilaçlara bağımlı bir hayat yaşamasınlar. İlaçlardan mucizevî sonuçlar beklemesinler. Günlük egzersizlerini ihmal etmesinler. Yemek konusunda aşırıya gitmesinler. Gece uykusunu ihmal etmesinler. Hekim arkadaşlarımıza da şu uyarıyı yapmak isterim; Avrupa ve Amerika’daki bir öğrenci, insanı sevdiği ve insana hizmet etmeyi sevdiği için hekimlik mesleğini seçer. Mütevazılıği elden kaçırmayalım. Alçak gönüllüğümüzü kaybetmeyelim. Tatlı dil ve güler yüzü asla yüzümüzden eksik etmeyelim. Yardımseverliğimizi esirgemeyelim ve asla art niyetle hastamıza yaklaşmayalım. Bir kaç kuruşluk kazanç için insanımızı ilaç şirketlerine satmayalım ve o kutsal bedeni gereksiz ameliyatlara maruz bırakmayalım.

M.U.: Şunu mu demeliyiz? İnsan mı para mı daha öncelikli bir kez daha değerlendirsinler.
A.Y.: Kesinlikle.
M.U.: Çok teşekkür ederim.

2 yorum: