Ahmet Urfalı yazdı...
MUSTAFA UYSAL’IN HİKÂYELERİ
Mustafa Uysal; sevgi ve merhametle donanmış bir yüreğin duyuşlarını, duru Türkçesiyle deyiş hâline getiriyor. O deyişler; bazen bir şiir olup maverai sezişleri sözün doruklarında ak bulutlarla yoldaş oluyor, bazen de bir dervişin diz kırıp boyun bükerek fısıldadığı deruni hikmetlerin sırrını ifşa ediyor.
Onun hikâyeleri, düşündürücü ve çarpıcı bir ifadeye sahip olup okuyucuyu daha fazla hayâl kurmaya ve daha fazla düşünmeye sevk etmekte, gizli hazinelerin kapılarını aralamaktadır. Hoşgörü, yardımlaşma, barış, kardeşlik, dostluk… her ne varsa iyilik,
güzellik ve doğruluktan yana hepsi bir arada yalın söyleyişlerle yerli yerine konuyor. Uysal’ın hikâyelerinde; unutmaya başladığımız irfani düşüncenin davranış biçiminde kendini gösterdiği olayları, yorumlama, anlamlandırma ve yazıya dökme başarısını görmek mümkündür.‘’Üslûbu beyan ayniyle insandır.’’ derler. Uysal’ın; hoşgörülü, sevecen kişiliğini üslûbuna da yansımştır.. Ötekileştirmeyen, suçlamayan, kucaklayıcı bir üslûp… Onun yer, zaman, olay, kişilerle dil ve anlatımında, serim, düğüm ve çözüm bölümlerini kullanışında farklı bir hikâyeciliğin müjdesi haberi bulunmaktadır. Türk hikâyeciliğine yeni bir anlayış, yeni bir soluk, yeni bir şiirsellik getirilmektedir.
Yazar, kendisiyle yaptığımız bir sohbette yazmaya başlamasını ve konularını şu sözlerle belirtiyordu: ‘’ Kısa hikâyeler insanların ilgisi ve günlük ferahlığı için güzel olabilirdi. Böylece başladım. İnsanların yaşadıkları ve her gün geçtikleri yerlerden yazdım. Hikâyeler onların bildikleri yerleri ve insanları anlatıyordu. Üslup ve biçim ilgisini çekti insanların. Öyle devam ettim yazmaya. Daha önceki yıllarda da yazıyordum fakat onlar ilk adımlardı ve çok cılız kalıyorlardı. Gazetede insanların değerlendirmesine açılınca daha ciddiye bindi iş. İnsanlar okuyorlardı ve ertesi günü dönüş alabiliyordum. Bu işi daha ciddi yapmama sebep oldu. Hem kendim rahatlıyordum anlatarak hem de insanlara da geçmesini sağlıyordum bu duyguların. Konular sadece yaşadığım yerlerden değil elbette. Bazen geçmişten bir iz, bazen bir hayalin yazıya hikâye biçiminde dökülmesi, bazen bir acının hikayenin içine boca edilmesi, bazen bir rüyanın hikaye formunda canlanması...’’
Kısa hikâye, Türk edebiyatında bir edebî tür olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında görülmeye başlar. İlk örnekler Tanzimat dönemi yazarlarına aittir. Kısa öyküler; bir olayı değil, günlük hayatın her hangi bir kesitini ele alır. Klâsik öykülerde bulunması gereken özelliklere bağlı kalınmaz. Serim, düğüm, çözüm plânına uyulmaz. Belli bir sonucu da yoktur. Merak ve heyecandan çok duygu ve hayâllere yer verilir; fikre önem verilmez, kişiler kendi doğal ortamlarında hissettirilir. Olayların ve durumların akışı okuyucunun hayâl gücüne bırakılır. Güzel yazma her şeyin başında gelir.
Kısa öykü yazma çalışmaları özellikle 1990’dan sonra geniş bir okuyucu kitlesi tarafından sevilerek okunmaktadır.
Uysal, ilahiyat ve sosyoloji alanında eğitim-öğretim görmenin bilgilerini söz konusu hikâyelerinde kuru bilgiler olarak değil, bir sanatçı özeniyle ifadelerine katmaktadır. Edebiyat sanatında da asıl olan elbette budur. Elma Kokulu Ev (2003), Susuz Bıraktım Seni (2006), Rüya Kayıtları (2018) adlı eserlerinde bu anlatım özelliği bulunmaktadır. İlk iki kitap, kısa hikâyelerden oluşmakta, okuyucuyu bazen kedere düşürmekte bazen de sevince boğmaktadır. En önemlisi, her hikâyenin okuyucuyu işlenen konu üzerinde düşündürmesidir. Yazar, Rüya Kayıtları’nda aynı üslübunu muhafaza etmekle beraber, varlık alemi dışındaki şuuraltı konulara yönelmiştir.
Yazarın Türk kültürel değerleri ile Türk sosyal yapısını çok iyi bildiğini hikâyelerinde işlediği konulardan anlaşılmaktadır. Aile bütünlüğü, kadın fedakarlığı, sosyal dayanışma, komşuluk bağları Uysal’ın özellikle vurguladığı konulardır. Onun hikâyelerinde iki metafor öne çıkmaktadır: Ev ve anne ... Anne; sevgilidir, evdeştir, yoldaştır, aşktır. Onun elleri değince güzelleşir çirkinlikler. Dilinin büyüsünde uysallaşır en kaba söyleyişler. Söz ateşinin kıvılcımını ateşler tan vaktinde. Gülistanından güller gülümser göğe. Dağların doruğundan coşkun ırmaklar koşup gelir sevda çağrısına. Kadın; orta direğidir evin, dayanağıdır.Bir bakışıyla aydınlanır, karanlık beldeler. Bozkırlara baharlar getirir bir tebessümü.
Annedir, fedakârlık kelimesi onu anlatmada yetersiz kalır. Evlatlarını bağırlarına basarken gökte yıldızlar halay çeker, mutluğun sevincine. Doğurganlığıyla çoğaltır yeryüzünün bereketini. Lekesiz, tertemiz, karşılıksız sevmenin adıdır anne. Uysal, anneyi sığınak olarak görür. Koruyucu ve kollayıcıdır anne. Ev, sokak, cadde, mahalle hatta bütün bir kent anne olmadır ona göre, anne gibi sarıp sarmalamalıdır çocukları ve kimsesizleri.
Ev ise; mutluluk ve huzur mekânıdır. Orada aile bütünlüğü bir güven ortamı oluşturur. Evden ayrılmak gurbete çıkmaktır. İnsan zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için dışarı çıkar, o ihtiyaçlar tamamlanınca tekrar eve döner. Ev, insanların yeryüzündeki cennetidir. Yüce Kitabımızda: ‘’Allah, size evlerinizi huzur ve dinlenme yeri yaptı.’’ (Nahl 16/80) buyurulmuştur.
Ev, insana aidiyet duygusu verir. Çünkü insanın ata kökleri evdedir. Çocukluk hatıralarının ev bağlantısı bir ömür boyu sürer. O yaşantının bütün süreci bir zaman makinası görüntüsüyle her an canlı tutulur. Ev, insanın özüdür, evde kazanılan bütün kültürel değerler hayatın bizzat kendisidir. Ev merkezli komşuluk ve mahalle kültürü, sosyal dayanışmanın mükemmel bir örneğidir. Ev bir mekândır ama içinde yaşayanlar için o mekân, bir yuvadır, ailedir. İşte tam burada mekânla insan arasındaki değer ve duygu ilişkisi doğmuştur. Böylece mekân, somut bir varlığın ötesinde soyut bir anlam kazanarak düşünsel alana yükselir. Her canlının bir yuvası vardır ve bu yuva her canlı için kutsaldır. Bütün medeni yasalarda yer alan konut masuniyeti de mekânın yuva olma özelliğinden kaynaklanmaktadır. Evin taşıdığı değer, fiziksel yapı olmanın çok ötesindedir. Ev, kişinin toplumsal kişiliğinin oluştuğu ilk mekân, kültürel kazanım sürecinin ilk basamağıdır.
Yazarın hikâyelerinde sıkça vurgulanan bu iki metafor, tematik anlamda incelenmeye değer.
Uysal, hikâyelerine mekan olarak memleketi Tavşanlı’yı merkez almaktadır. Elbette her edibin doğup büyüdüğü veya yaşadığı ortam, eserlerine yansıyacaktır. Şahsen bizim de görev gereği hizmet ettiğimiz bu güzel kent, milli ve manevi değerleri yaşatması ve başka pek çok özelliğiyle geleneksel yapısını korumaktadır. Uysal, yer adları ve o adların taşıdığı anlamları okuyucusuna güçlü bir şekilde hissettirmektedir. Son yıllarda aldığı göçler ve hızlı büyümenin getirdiği sosyal ve kültürel sorunlar, kök değerlere sahip çıkılarak aşılacaktır. Uysal, bir bakıma sosyolog olmasının da avantajı ile kalemini bu konular etrafında dolaştırmaktadır. Onun söyleyişlerinden alınacak tedbirlerin ışıltıları fark edilebilir. Sanatçı sorunlara reçete yazmaz. Yazarsa o eserin sanat değeri kalmaz. Sanatçı, konulara hassasiyet gösterirken edebi üslubu önceliği göz ardı etmez.
Mustafa Uysal, bu üç kitabında da bir derviş edasıyla yaralı gönüllere, eksenini yitirmiş şuurlara, kök değerlere yeniden dönmenin çağrısını yapıyor. Kaleminize, yüreğinize sağlık güzel insan…
*Mustafa Uysal, Elma Kokulu Ev s.104
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder