23 Şubat 2023

KIŞ GÜNEŞI, DEPREM VE BEZGINLIK HIKAYESI

 KIŞ GÜNEŞI, DEPREM VE BEZGINLIK HIKAYESI

Şubatın sonu, sabah vakti…

Güneş var. Hava almaya ve güneşlenmeye çıkıyorum Ulu Caminin bahçesine. 

Kendi halimde dikiliyorum. 

İleriden bir adam geliyor. 


Hiç selamsız dikiliyor karşıma. 

İlk elde fark etmedim ama sonradan fark ediyorum ki adam Süleymaniye caminin kürsüsünden sesleniyor bana. 

Bir kulaç mesafeden. 

Güneşin neden kışın en yakın mesafedeyken soğuk, yazın en uzak mesafedeyken sıcak verdiğini anlatıyor. Hikmetleri sıralıyor. Coğrafya ağlıyor.

Güneşin enerjisi olmasa hangi enerjilerin dünyaya yetmeyeceğinin hikmetlerini anlatıyor. 

Bana soruyor arada ben kısa cevaplar veriyorum zira elimdeki lanet duman bitmek üzere. 

Bitse de geri dönsem işime. 

Sonra hava ısınınca açılan göbeklere geliyor sıra. 

Sonra fay hatlarının kıvrımlarının değil göbek deliklerinin çukurlarında sarsıntılar arıyor. 

Öyle bir konuşması var ki… 

Yüksek perdeden konuşuyor. Hitler’i

düşünün… Mitingde değil de cami kürsüsünde konuşsa… Kelimelere verdiği tonlama, sesinin alçalıp yükselen perdeleri… 

Resmen adam coşuyor arada. Karşısında bir dam adam var gibi sesleniyor bana. 

Sol ayağıma veriyorum bedenimin yükünü. Yüzüne bakıyorum. 

Peygamberimizin abbetül darza emir verişini anlatıyor. Ben kazağına bakıyorum. Tarz bir kazağı var. Ceketinin önü açık, demek pek üşümüyor. Ayakkabıları tam kışlık sayılmaz, demek çarşılarda çok eğlenmeyecek. 

Birazdan abbetül darz değişiyor, dabbetül arz oluyor. Kur’an’da da geçiyor üstelik, vay be! 

Binanın çok olması, zinanın çok olması, depremin yıkıcı olması. Allah dayanamıyor çok kızıyor sonra… İşte bildiğimiz gibi, diyor. 99 depremine geçiyor, o zamanları anlatıyor. Kokuları anlatıyor. 

Arada soruyor, evet, diyorum. Zorla gelin edilen kızlar gibi. Evet, hepsi dediğin gibi. Keşke bu şaşaalı vaaz bitse. 

Arada onu destekleyici şeyler söyleyip iyice gaza mı getirsem, diye geçiyor aklımdan. Sonra utanıyorum, susuyorum. Tam yerine gelince dayanamayıp veriyorum gazı. 

Vaaz uzuyor, insanlar bakıyor. İki kişi Ulucami avlusunda yüksek sesle… Yok canım, ben bir iki kelime haricinde bir şey demiyorum. Adam görünmeyen kürsüyü yumrukluyor sürekli. 

Konuşma ilerledikçe sanıyor ki samimiyetimiz de artıyor. Milim milim mesafeyi kısaltıyor. Sol ayağımdaki yükü sağ ayağıma aktarıyorum. Az geri kaçıyorum. Az daha sokuluyor adam. Söyledikleri ağzımın içinde yankılanıyor artık. 

Sonra aklına Avrupa geliyor. Onlarda yok ölümler ama bakma sen zaten onların bir tek dünyası var, diyor. Bak hep İslam ülkeleri felaket yaşıyor, neden? Neden, diyorum yüzüme salakça bir tavır koyup. Anlatıyor. Şeyh Nazım Kıbrısi efendi hazretlerinin deprem üzerine muhteşem sözlerini aktarıyor. Oysa benim dinimde evliyalar yoktur. Gülümsüyorum sadece. 

Söz uzuyor, uzuyor, uzuyor. Sigara içtiğime pişman oluyorum. Şubat güneşinin azıcık sıcaklığı ile beni buraya getimesine kızıyorum. 

Adama kızmıyorum. Ne güzel, ne samimi, ne dolu bir adam. Anlattıkça anlatmak istiyor. Beni irşad ediyor. Beni karanlıklardan karanlıklara çıkarmak istiyor. Aydınlık işi vahyin işi o hiç yok adamda. 

Yaz gelince gör diyor, depremin yıkıcılığından hemen sonra. Minicik etekler, göbek çukurları. Göbek çukurları o kadar belli oluyor mu ya? Bana böyle tasvirlerle gelmeyin ne olur. Artık dikkat edeceğim, yapacak bir şey yok. 

Biri daha giriyor avluya. Yüzüm yeni gelene dönük. Yavaştan alıyor manzara ilgisini çektiği için. Yüzüme bakıyor, örümceğin ağındaki sinek gibi kıvrandığımı ta oradan görüyor da ağzımın içine kadar yaklaşıp vaaz veren adam görmüyor. Bir iki kelam ediyor yeni gelen, onu fırsat bilip, işe gitmem lazım, diyerek hızlıca ayrılıyorum. Adam bana bakıyor, iyiliğimi unutma, der gibi. Vallahi unutmam. 

Diğeri arkamdan bağırıyor, kusura bakma vaktini aldım, falan… 

Mustafa durur mu yapıştırıyor cevabı: Sorun değil, helal olsun. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder