14 Ağustos 2015

Fenerbahçe Aleviliği

Mustafa Uysal
Maçtan hemen sonra iyi bir çay içebilmek için güzel bahçeli bir çayevine gittik arkadaşımla. Oldukça üzgündü yenilgi dolayısıyla. Uzun zamandır görüşmüyorduk ve ben onu ziyarete gitmiştim. Çok uzun zamandır görüşmediğim başka bir şehirden ziyaretine gittiğim arkadaşım, Galatasaray’ın derbi maçı dolayısıyla beni maç yayını olan bir kahvehanede karşıladı. Çok samimi ve sıcak karşıladı, sarıldık kucaklaştık. Gözleri bir yandan ekrana kayarken konuştuk, dertleştik. Çok sevindi geldiğime, sahiden ama. Bakmayın gözlerini maçtan alamadığına. Takımını çok seviyor hatta bu uğurda o kadar çok şey feda etmiş ki, duysanız şaşırırsınız. Öğrenciyken de böyleydi.
Güllerle dolu bahçeye geçtik ve arkadaşım iki çay söyledi.
Hayattan, işlerden, çocuklardan, siyasetten falan ne varsa konuştuk ama söz bir türlü futbola gelmedi. Ben de ısrarcı olmadım zaten. Bütün sözler bitip de altı yedi bardak çayı da içtikten sonra söz de tükenmeye başlıyor araya bazen sessizlik giriyordu. Aradığım fırsat yavaştan görünüyordu yani. Sözü futbola getirip biraz kızdırmak istiyordum. Nihayet sordum:

-Fena yenildiniz yalnız. O kadar pahalı futbolcu ile de olmuyor bu iş demek ki, sen yüreğini koyuyorsun onlar para için mi oynuyor arkadaş?
Birden yüzü değişti, sahici bir öfke belirdi gözlerinde. Benim için eğlence başlamıştı.
-Bu profesyonellik yüzünden hep! (Kallavi hakaretler…) Biz burada canımızı dişimize takıp takip ediyoruz, onlar sahada geziniyorlar.
Daha fazla uzatmasına imkân vermemek için hemen sözü istediğim yere getirdim.
-Neden Fenerbahçeli değil de Galatasaraylı oldun?
-Hop, birader Galatasaraylı olmak başkadır. Hiçbir zaman bu konuda tereddüde düşmedim. Fener’in adını bile ağzıma almam.
-İyi de soruma cevap olmadı ki, yani ne zaman tutmaya başladın Galatasaray’ı?
-Bilmem, kendimi bildim bileli bu takımı tutarım ve sormam da kendime.
-İyi de, ben sordum.
-Babam hasta Galatasaraylıydı. Galiba oradan… Aman ne bileyim kendimi bildim bileli öyle. Kahve içer miyiz?
-Yok, öyle kahve falan! Nasıl olduğunu öğrenmeden şuradan şuraya gitmem. Yani diyorsun ki, baban Beşiktaşlı olsa sen de Beşiktaşlıydın şimdi?
-Ya, bırak Allah’ını seversen ben sana soruyor muyum sen niye Hanefi’sin, diye.
-Ha, bak sen… Tamam, onu da konuşalım. Ben de babam Hanefi olduğu için öyleyim. Galiba babam Şafi, Şii veya Alevi olsa ben de öyle olacaktım.
-Tamam, işte bana niye soruyorsun o zaman?
- Farkı anlamadın mı?
-Neyin farkını?
-Sen de Hanefi’sin ve Galatasaraylısın ama Hanefiliğin en doğru ve en büyük en iyi hatta tek mezhep olduğunu söylemiyorsun.
-Ne gerek var ki?
-Ne gerek var olur mu? Ben öyle yapıyorum. Tek doğru mezhebin Hanefilik olduğunu söylüyorum her yerde ve öyle olmayanları hakir görüyorum. En azından acıyorum, keşke onlar da kurtulanlardan olsalar, diyorum. Hanefiliğe asla laf ettirmiyorum. Eleştirenlere tahammül edemiyorum. Bir keresinde cami çıkışında birine döner bıçağı ile saldırdım hutbeyi eleştirdiği için.
-Yuh, ne yaptın ya hu? Oğlum ben seni böyle bilmezdim.
-Fanatiğim ben(!)
-Baya oturdun benimle kafa buluyorsun yani!
Tam bu sırada yan masada oturan gruptan birisi ayağa kalktı ve bizim masaya doğru elindeki çay bardağını “Şarrr!” diye boşalttı ve gür bir sesle ekledi:
-Hem Fenerbahçeliyim hem Aleviyim, laf edecek adamın içini boşaltırım!
Eh, işte boşboğazlığın da bir cezası olacaktır. Beklemediğim bir anda karşılaştığımız bu tepkiye nasıl karşılık vereceğimizi bile düşünmeye fırsat olmamıştı. Arkadaşım öfkeyle kalkmaya davrandı. Hemen tuttum.
-Aramızda latife ediyoruz birader, kusura bakmayın. Yanlış anladınız. Gibi şeyler geveledim.
Allah’tan herifi kendi masasındakiler yerine oturttu da iş geçici bir süre tatlıya bağlandı. Şimdi herkes kendi masasına dönmüştü ve bir sessizlik oldu. Arkadaşım fena halde bozulmuştu bu duruma. Yan masadan hala homurtular geliyordu.
-İş mi şimdi yaptığın? diye, sordu.
Ne diyeceğimi bilemedim tabi. Oysa bu anlamsızlığın kaynağına dikkat çekecektim ve bu takım fanatizminin iyi bir şey olmadığını güya ona gösterecektim ama sert realitenin tam göbeğine düştüm, düştük.
-Aslında, iş değil yaptığım ama neredeyse iş haline gelecekti. Ben sana bu fanatizmin bir temeli olmadığını anlatacakken etrafımdaki gerçekliği unuttum. Af edersin.
Aramızda affedilecek hiçbir şey olmadı bugüne kadar. Bu da öyle bir mesele…
-Ya, salla gitsin. Geçen sene biz Fener’i kendi sahamızda eze eze yendik, dedi gülerek.
Yan masadakiler de kalkıp kasaya yönelmişlerdi zaten. Bu fırsattan istifade hemen sözü aldım:
-Fanatizmin hiçbir temeli yok, işte gördün. Hiçbir emeği de yok. Örneğin ben Hanefi olabilmek için zerre kadar emek harcamadım. Sen de öyle. İş fedakârlığa gelince canımızı ortaya koyuyoruz burada bir tuhaflık yok mu sence de?
-Ya hu nedir emek falan, şimdi de başımıza komünist mi kesildin?
Gülerek sordu ama bir an gözleri dalgalandı ve tereddütle devam etti:
-Aslında haklısın, bu durumun kazanılmış bir tarafı yok. Hatta bilinçli bir tercih yaparak, kıyaslayarak ve anlamaya çalışarak Müslüman olduğumu bile hatırlamıyorum. Garip…
-Garip tarafı o değil. Garip olan tarafı içine doğduğumuz gerçekliğin tek gerçeklik olduğu yalanına inanmamız. Fenerbahçeli bir Alevi olabilirdin ve öyle bir adamla az önce karşılaştık da. Senden farkı neydi? Fenerbahçe mi kötü Alevilik mi? Hangisinde senin tarafın üstün ve neye göre? O Alevi olmayı bir tercih sonucunda ve emeği ile mi hak etti? Yahut Fenerbahçeli olmak için bir sınavdan mı geçti? Şimdi bu emeğini mi koruyor, ya sen? Ya ben? Ya, peki emek vererek Galatasaraylı olsan bile bu emeğin başkasını ezmek için sana kimden hangi yetkiyi veriyor?
-Başkasının haklı olması hoşuma gitmiyor, babam yahut kızım bile olsa.
-Haklısın, benim de öyle. Allah bizi içine doğduğumuz ve değiştiremeyeceğimiz gerçeklikler yüzünden mi sorguya çekecek yoksa tercihlerimiz yüzünden mi? Yaptığımız ve yapamız gerekirken yapmadıklarımız, değiştirmediğimiz yahut değiştirdiğimiz tercihlerimiz… Neyse, benimki orta olsun.
-İki orta kahve!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder