13 Ekim 2008

MANEVİ, SIRLI, TILSIMLI, GİZLİ, GÖZLÜ PROGRAMLARA KATKIMDIR.

MANEVİ, SIRLI, TILSIMLI, GİZLİ, GÖZLÜ PROGRAMLARA KATKIMDIR.

Bir hikaye de benden...

Sizi bilmem ama ben, Sır Kapısı'cıyım. Yeni moda, türedi programlara müntesip bulunanları da kınıyor ve kıyasıya eleştiriyorum. Ne onlar öyle kardeşim, hep taklit hep taklit. Benim programım hepsine on basar. Hatta yetinmez bir on daha basar. Bizler, yani Sır Kapısı'cılar, programımıza bağlıyızdır. Başka bir kanala geçse bile takip ederiz. Diğerleri öyle mi ya, onlar hangi kanalda ne varsa seyrediyorlar. Kimisi Sırlar Dünyası, kimisi Gerçeğin Ötesi, kimisi Gizli Dünyalar, kimisi Kalp Gözü, kimisi anasının gözü... Sır Kapısı'cılar olarak biz, programımıza bağlıyızdır. Zaten programların hepsi başka bir alem. İslam adına, din-ü mübin adına hepsi de ne güzel şeyler anlatıyorlar değil mi?! Buradan, Sır Kapısı bağlıları adına diğer bütün program seyircilerini kınıyorum. Onlar yanlışın içindeler. Bize gelin, biz en hakiki İslamî hikaye anlatıcısıyız. Hatta biz Sır Kapısı'cılar o kadar bağlıyız ki programımıza, kendimiz uydurmaz, bizzat yaşadığımız olayları kaleme alır program yapımcımıza altın işlemeli zarf içinde, okur üfler öyle göndeririz. Her olaya da gayet esrarlı ve bilumum uyuşturuculu tarafından bakar ve her olayın içindeki mucizeyi ve tılsımı görür başkasının da görmesi için ulu kişi programcı hazretlerimize arz ederiz. Onlar da bin bir gayretle filme alıp bize seyrettirirler. Şükran ve sadakatle efendim.

Bakınız, geçen akşam mübarek ramazan günü başımdan geçen bir olayı nakledeyim. Sırf Sır Kapısı'lık bir olay yani. Arkadaşlarla kahvehanede bir ramazan akşamında öylesine, yani mucizesiz mucizesiz oturuyoruz. Adi şeyler yapıyoruz; çay içiyoruz, gazetelere bakıyoruz, hal hatır soruyoruz. Hatta içilen çaylarda bile uhrevi ve sırlı bir tat yok. Tılsımı kaçmış bir akşamdayız, anlayacağınız. Düşünebiliyor musunuz, ramazan akşamındayız ve ortada sırlı, tılsımlı, mucizevi hiçbir şey cereyan etmiyor. Neyse efendim uzatmayalım. Gazetedeki bulmacanın son karelerini de doldurduktan sonra evlere dağılmaya karar verdik. Kahvehanenin kapısından çıktık ve geceye nefeslerimizi bıraktık. Ortalık tenha sayılmazdı geç vakit olmasına rağmen. Ramazan ya hani, o yüzden insanlar evlerine pek geç gidiyorlar. Bazıları sahura kadar çarşılarda oyalanıyor. Bir baktım, yolun karşısından nurlu bir nesne bize doğru geliyor. İlk bakışımda sıradan bir ışık zannetmiştim gerçi ama sonradan nurlu olduğunu anladım. Bir çocuk, on, on iki yaşlarında. Sıkıca giyinmiş, giyindikleri pek eski püskü şeyler ama. Elinde bildiğimiz siyah poşetlerden bir tane var. Poşette bile bir sır gizli gibi. Bilirsiniz, ayakkabı boyacıları boya sandığı taşırlar yanlarında. Ama bizim nurlu çocuk, boya malzemelerini poşete doldurmuş. Şeyin orada oluyor bu olay, şu kanal caddesinde otobüs yazıhanesinin alt tarafında bir yerde. Vakit gecenin yarısı, tam öyleydi sanırım. Çünkü o an saatimin de bir gizli güç tarafından ihata edildiğini gördüm. O muamma, o nur aniden konuşuverdi. Hem de bize, biz gizemsiz heriflere. "Boyalım mı ağabey?" Ben, tabi sırrın tamamına henüz vakıf olmadığım için, "Ne işin var bu saatte git evine!" diye hafif yollu söylendim. O nurlu çocuk, "Daha para kazanacağız ağabey." Deyiverdi. Haaa, anladım ki, kazın ayağı öyle değil. Kaça boyadığını sordum, ayakkabılarımın boyanmaya ihtiyacı da yok sayılırdı. Kaplumbağa sırtı gibi olmamıştı daha. "Beş yüz." Dedi. Elimi cebime attım, ne kadar bozuk para varsa çocuğa uzattım, sanırım bir milyonu geçkindi. "Boyadın say." Dedim, babayani. Arkadaşlar tabi başka dizinin tarikatından, birisi Kalp Gözü'cü, birisi Sırlar Dünyası'cı, anlamadılar benim ne yaptığımı, böyle alıştırma, bırak çalışsın, bari boyatsaydın... gibi şeyler söylediler. Aldırmadım. Gidip yattık netice itibarıyla. O gece rüyamda çok şey, yahu kullanacak sırlı kelime kalmadı, güzel, diyelim, güzel rüyalar gördüm. Neyse sahura kalktık, sabah oldu. İşe gideceğim, uyandım bir de baktım ne göreyim, ayakkabılarım boyanmış. Pırıl pırıl olmuşlar. Aha o gün bu gündür ayakkabılarımın boyaya ihtiyacı olmadı. Aradan aylar geçti. Ya, ne sırlar gizli değil mi hayatımızda?!

Ey okuyucu, burada dur ve dinlen. Seni bu kadar mucizeye ve tılsıma batırmışken kafan esriktir zaten, biraz nefes al! Yahu ben ne anlatıyorum? Altı üstü, bir çocuğa günlük çay masrafımın onda biri kadar bile etmeyen bir meblağ vermişim. Allah, bu vicdan kusmuğunu benim yüzüme çarpacağına, haşa, benim ayakkabılarımı mı boyayacak yani? Yahu el alemin hoppa televizyonu niçin benim dinimin hayrına olan bir şeyi yayınlıyor, diye niçin sormuyorum? Hayatımı niçin gerçeklerden koparıp mucize kovalayan, ahmak, tembel, basiretsiz, hakikatsiz, vahiyden bihaber şeylerin peşinde koşturuyorum? Bu mudur, benim dinim bu kadarcık mıdır yani? Anlattığım gibi oldu evet, ama bir farkla. Ne sabaha ayakkabılarım boyalı çıktı ne de ben böyle bir şey bekledim. Sadece vicdanım körlüğünü kaldırması için Allah'a yalvardım ve dua ettim. Kalbimin gözünü bunlar mı açacak? Ki, ben onların anlattığı şeyleri Hıristiyan'ların anlattıklarında da görüyorum. Hayır, İslam böyle bir şey değil. 



Tavşanlı'nın ticari arama motoruna hemen kaydolun...
Ya da hemen aramaya başlayın...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder